PERA PALAS’TA GECE YARISI: KLİŞELİ HARİKALAR DİYARI

Pera Palas’ta Gece Yarısı, otel hakkında yazı yazmakla görevlendirilen gazeteci Esra’nın yanlışlıkla 1919 senesine dönmesini ve kendisini Mustafa Kemal Atatürk’e karşı planlanan bir suikastı önlemeye çalışırken bulmasını konu alıyor. Netflix’in dönem dizisi koleksiyonunun son parçası olan bu yapım, kimi oyunculukları ve sahneleriyle gayet keyifli olmasına karşın, genel bir değerlendirme yapıldığında ne yazık ki ortalamanın altında kalıyor. Birçok yorumda tüm yük Hazal Kaya’nın oyunculuğuna yüklenmiş olsa da biraz yakından bakınca esas sorunun bu olmadığı oldukça net. Sanki aceleye getirilmiş de güzel olabilecek bir fikir heba edilmiş hissi uyandıran dizinin bana kalırsa en büyük şanssızlığı da Kulüp gibi başarılı bir projenin hemen ardından yayına girmesi olmuş.

Öncelikle, dizinin Charles King’in aynı adlı romanından esinlenilerek hayata geçtiği sürece bakmak istiyorum. King, yıllarca süren araştırmaları sonucunda o dönemin İstanbul’unu büyük bir titizlikle ortaya koymuş bir yazar; kitap da uyarlayabilecekleri bir kurgu değil anlayacağınız. Eserin adının “Pera Palas’ta Gece Yarısı: Modern İstanbul’un Doğuşu” olmasının sebebi ise 1925 yılında otelde düzenlenen İstanbul’un ilk yılbaşı balosu olmuş. Kitabı okurken dersine iyi çalışmış ekibi yer yer tebrik etmemizi sağlayan, İstanbul’a bir de böyle bakın dercesine eğlencenin ve şaşanın ortaya konduğu sahneler gayet keyifli. Peki böylesine büyük bir yapım için yeterli mi? O kısım tartışılır.

Gelelim senaryoya: Klişelerle dolu ve her sahnesi öngörülebilir akışıyla projeyi başarıdan uzaklaştıran en büyük etkenin bu olduğu aşikâr. Esra karakteri için yanlış oyuncu seçimi yapılmış olduğunu göz ardı etmiyorum ama yine de bu karakter öylesine zayıf ve yapmacık diyalogla doldurulmuş ki sanki Hazal Kaya’ya en başından hiç şans tanınmamış gibi; belki onu sadece Peride olarak görmüş olsaydık eleştiri gündemimiz çok farklı olabilirdi.

Peki, ne var bu hikâyede bu kadar? Dizinin temel mekânı olan Pera Palas’ta bazı odalar farklı yıllara açılmaktadır. Eğer bu odalardan birinde, gece yarısında özel bir anahtar elinizdeyse zaman yolculuğu yaparsınız. Fakat bu kurallar hikâyenin akışına bir şeyler katmak yerine sanki etkisiz eleman gibidirler. Bilinen bir anahtar görürüz önce, iki olur, elli olur… Bir de lazım olan her anda o saatin on ikiyi vurması yok mu! Bir öğrenen başka birine anlatmadan duramadığı için de önüne gelen dolaşır durur zamanda. Haydi bunları geçelim desek ne yazık ki az ileride yine duvara tosluyoruz. Dişli olmakla şımarıklığı birbirine karıştıran Esra karakterinin yeni tanıştığı otel müdürüne hitap şeklini “Ahmet abi” olarak seçmesiyle başlayan ve hiç bitmeyen samimi olma çabası ile birçok sahne yapaylıktan nasibini alıyor. Her zaman en doğrusunu bildiğini düşünen, dikkati birkaç dakikada dağılan, “geçmişi değiştirme” cümlesini asla anlayamayan, peşinde askerler varken bile ağırkanlı duruşundan vazgeçemeyen Esra’yı, tüm hayattaki şanssızlığının tek bir uğurda şansa dönüştüğü garip bir evrende izliyoruz sanki.

Senaryoyu kısa bir süre için bir kenara bırakıp kurguya geçelim. Dizi, başlarda bir mantık çerçevesinde ilerlese de özellikle son bölümlerde öylesine çok tekrar yapılıyor ki zaten çözdüğünüz bir gizemi en az üç farklı bakış açısından daha izliyorsunuz; özellikle ikinci dörtlüyü izlerken ek bir aktivite bulmakta fayda var… Halit ile Esra’nın aşkı dışında bir şeye odaklanmayacaksak güzel, beklentiyi biraz artıracak olursak ortalamanın altında bir dizi olan Pera Palas’ta Gece Yarısı, Esra kızımızın şansı sağ olsun, zaten bir sorun çıkmayacağını bilerek izleyeceğiniz video kayıt sahnesinin sinyalini daha ilk saniyelerden göze sokarcasına veren şarj aleti karesiyle de yaratıcılık düzeyi hakkında güzel bir özet sunmuş.

Düşünülmeden planlanmış birkaç sahne daha var dizide. Öncelikle Garden Bar’da Esra’nın sahne alışlarında güncel şarkıların yer almasına değinmek istiyorum. Müzikle hiçbir alakası olmayan bir karakterin nasıl oluyor da bir orkestraya sadece akıldan yeni şarkılar öğretebildiğini ve hatta bu işi yarım gün gibi kısa bir sürede ve ekiple hiç zaman geçirmeden nasıl yaptığını anlayamıyoruz. Bunun dışında bir de araba sahnesi var tabii. Tamam, diyelim ki kolay öğrenen bir insan Esra, araba kullanmayı da bir iki denemede çözmüş olsun, bu koşullarda bile günümüzden tamamen farklı bir İstanbul’da aradığı her şeyi eliyle koymuş gibi bulması biraz abartı olmamış mı? Madem bu kadar hâkimdi sürece, son bölümde limana tek başına da koşamaz mıydı? Bir de yaşadığı şeyin gerçek olduğunu anladığı anda İngiliz subayların masasına geldiği o sahne… Gerekli miydi gerçekten?

Bütün bunların yanında değinmeden edemeyeceğim güzel şeyler de var tabii. Kıyafet ve dekor konusunda gayet canlı ve amacına uygun tasarlanan yapımda özellikle Halit karakterini canlandıran Selahattin Paşalı’nın oyunculuğu göz dolduruyor; hem 1917 hem 1919’da birbirinden çok farklı ve bir o kadar keyifli iki Halit izliyoruz. Diğer yandan Tansu Biçer, hayat verdiği Ahmet karakteri ile -yer yer diyalogların yapaylığına kurban gitmiş olsa da- yine dizinin güzel yanlarından biri olmuş. Engin Hepileri’nin (Komiser Reşat) her zaman için tiyatro sahnesine daha fazla yakıştığını düşünsem de onun da bu yapımın artıları arasında yer aldığını söyleyebilirim. James Chalmers ve Yasemin Szawlowski ise iyi ve kötü yanlarını kıyasladığımızda, isimlerini nötr hanesine yazdırıyorlar.

İkinci sezonu hakkında henüz net bir bilgi olmayan dizinin ucu açık bırakılmış sonu izleyicinin soru işaretlerini giderirken, şu an için 7 puan civarlarında dolaşan dizi, sanıyorum oy sayısı arttıkça düşüşe geçecektir. Yine de umuyorum ki bu turda acemiliklerini atmışlardır ve ikinci sezonda çok daha iyi bir işle karşılaşırız. Son bölümdeki “Bunu ancak Halit’le başarabilirim!” saçmalığında, aslında Halit yerine herhangi biriyle ve hatta tek başına olsa çok daha hızlı bir şekilde başarabileceği bir işi her konuda olduğu gibi yine çıkarabileceği maksimum yaygarayla tamamlayan Esra’ya selam olsun.

Cevap Ver

Yorumunuzu giriniz
Adınızı giriniz