İlginçtir ama serserilik, ayyaşlık, aykırılık ve aynı zamanda bilgelik gibi hâllerin tamamı bazen bir yazarda vücut bulabilir. Bu tasvire uyan yazarlardan biri de kuşkusuz Charles Bukowski’dir.
16 Ağustos 1920’de, Almanya’nın Andernach şehrinde doğan Alman asıllı Amerikalı yazarın asıl adı Heinrich Karl Bukowski’dir. Üç yaşındayken Los Angeles’a göç eder Bukowski ailesi. Bir dönem Amerikan ordusuna hizmet etmiş, fazlasıyla ketum olan babasının psikolojik ve fiziksel şiddetinin yanında, sevgisini hiçbir zaman göstermemiş duygusuz bir annenin varlığı, daha çocukluk yıllarında Bukowski’nin ruhunda kapanmaz bir yara açar. İnsanlara karşı koyduğu mesafe doğal olarak ailesiyle başlar. Ergenlik yıllarında, yüzünden ve vücudundan eksik olmayan iltihaplı sivilceler nedeniyle kendisini ucube gibi görür. Bu yüzden kolay kolay arkadaş edinemez. Okulla arası pek de iyi olmayan Bukowski çok erken yaşta alkole başlar. Ekmek Arası isimli otobiyografik romanı, Bukowski’nin çocukluk ve ilk gençlik yıllarına dair her şeyi açıkça dile getirdiği eseridir.
Liseden sonra eğitimine Los Angeles Üniversitesi’nde devam etse de sonunu getiremez. Yine de aldığı sanat, edebiyat ve gazetecilik eğitimi ona okuma ve yazma alışkanlığı kazandırır. Eline ne geçerse okuyan Bukowski kısa öyküler yazmaya başlar. Yazdıkları babası tarafından bulunup yok edildikten sonra evi terk eder. İlk yazısı yirmi dört yaşında, bir dergide yayımlanır. Bir süre daha yazmaya devam etse de yazdıklarının dergilerde yer bulmasındaki zorluk hevesini kırar. Yazma işine on sene boyunca ara veren Bukowski şehir şehir dolaşarak düzensiz bir hayatın izini sürer. Birbirinden farklı pek çok işte çalışır ve hiçbiri de uzun soluklu olmaz. Çünkü düzenli bir iş ona göre değildir. Memur zihniyeti ve yaşantısı ona çok uzaktır. Lüks bir hayat, konforlu bir yatak ve yumuşak yastıklar onun arzuladığı yaşam tarzına uymaz.

1971 yılında İlk romanı Postane ile edebiyata dönüş yapar. Postane personeli olarak çalıştığı birkaç yıllık süreçte yaşadıklarını anlatır bu eserinde. Sonraki kitaplarında da karşımıza çıkacak olan “Henry Chinaski” kısaca “Hank” isimli karakter aslında Charles Bukowski’nin kendisinden başkası değildir.
Aralıksız içen, kadın peşinde koşan, iki kadeh içki için bahse tutuşan insanlar önünde, bar köşelerinde dövüşen; at yarışı sevdalısı, edepsiz Hank’in gündelik yaşantısını anlatan Bukowski edebiyatının, sevenleri kadar sevmeyenleri de çoktur. Bir kısım okurlar ve eleştirmenler tarafından, Bukowski’nin yazdıklarının hiçbir edebi niteliği olmadığı söylenir. Hatta Time dergisi tarafından, “Amerikan ayak takımının mümtaz yazarı” sıfatıyla övgü mü, yoksa yergi mi olduğu anlaşılmayan bir ifadeyle etiketlenir. Oysa Bukowski’nin edebiyat anlayışı ile yazdıkları arasında hiçbir tutarsızlık yoktur. Zaten nitelikli edebiyat yapmak gibi bir gayesi de olmamıştır hiçbir zaman. Yalın, alaycı bir üslupla, edepsiz ama açık sözlü bir dilin bilinciyle, baharat etkisi taşıyan argosuyla sivriltir kalemini. Fark yaratan, derin bir edebiyat anlayışı olmasa da gündelik hayata, insan ilişkilerine, aşka ve yalnızlığa dair tespitleriyle hayranlık uyandırmayı başarır.

Sıradan Delilik Öyküleri kitabıyla basit ve sıradan insanları, düşkünleri, sokakta yaşayan ayyaşları ve fahişeleri ele alan Bukowski, Kadınlar romanıyla müstehcenliği de korkusuzca ortaya koyar. İnsanların içinde çürüdüğü düzenin kokuşmuşluğunu, devletin bozuk yapısını ve siyasilerin işe yaramazlığını işlediği gazete makalelerini Pis Moruğun Notları kitabında toplar. Sadece kadınlarla olan ilişkilerini ve barda geçirdiği zamanları anlatmaz kitaplarında. Toplumsal meselelere, ayrımcılığa, politik zırvalıklara, bozuk düzene karşı tavrını da sergiler kitaplarında. Dünyaya duyduğu nefretini, yazarak ve içerek dizginlemeye çalışan Charles Bukowski hayat görüşünü, “Dünya bana göre değil, ben dünyaya göre değilim.” şeklinde ifade eder. Serseri ruhlu edebiyatseverlerin bağrına bastığı; sokağın, düşkünlerin, varoşların, ayyaşların ve hayat kadınlarının yazarı olarak anılan Bukowski’yi yazmaya iten tek kişi Amerikalı yazar John Fante olmuştur. “O benim tanrım.” şeklinde ifade ettiği Fante’ye hayranlığını her zaman dile getirir. Sonrasında yakın arkadaş olurlar ve Fante son nefesini verirken bile onu yalnız bırakmaz.
Factotum ve Barfly gibi eserleri Bukowski’nin senaristliğiyle sinemaya uyarlanır. Yazarın hayatını ele alan Born into This belgeseli yazara dair önemli bir inceleme niteliğindedir. 1956’da karaciğer yetmezliği teşhisi konsa da herkesi şaşırtıp 1994’te kan kanseri sonucu hayata veda eder. Yeraltı edebiyatına iz bırakmayı başarmış yazarlardan biri olan Bukowski kendini en iyi şu şekilde ifade eder: “Beni tanıyan herkesin size söyleyeceği gibi, makbul biri değilim. Kötü adamı sevdim hep; kanunsuzu, hergeleyi. İyi işleri olan, sinekkaydı traşlı, kravatlı tiplerden hoşlanmam. Ümitsiz adamları severim; dişleri kırık, usları kırık, yolları kırık adamlar ilgimi çeker. Onlar küçük sürpriz ve patlamalarla doludurlar. Adi kadınlardan da hoşlanırım; çorapları sarkmış, makyajları akmış, sarhoş ve küfürbaz kadınlardan. Azizlerden çok sapkınlar ilgilendiriyor beni. Serserilerin yanında rahatımdır çünkü ben de serseriyim. Kanun sevmem, ahlak sevmem, din sevmem, kural sevmem. Toplumun beni şekillendirmesinden hoşlanmam.”