Hayatı katlanılır kılan hiçbir şeyin olmadığını fark eden bazı insanlar kurtuluşu intiharda, yani ölümün kendisinde bulur. İronik olarak, yaşamın panzehiri intihar denen ıssız limandadır. Bu limana yanaşmaya cesaret eden bazı yazarların cevaplayamadığı tek bir soru vardır: İntihar denen sosyolojik kavram, hayata karşı cesaret gerektiren hakikatli bir intikam alma yöntemi mi, yoksa güçsüzlerin dirençsizliğini ifade eden korkakça bir kaçış mıdır?
“Kitaplarım ertelenmiş intiharlarımdır.” diyen Cioran, yazma eyleminin ölüme duyulan arzuya karşı yatıştırıcı bir kuvvet oluşturduğunu ifade eder. Gündelik hayatın sıkıntılarını uyku denilen doğal narkozla geçiştiren insan, ölüme olan açlığın üstünü neyle örtebilir ve bireyin yüzüne kapanan sır kapısını hangi anahtarla açabilirdi? Kendine bile katlanamayan âdemoğlu her şeyi yutan hiçliğin yarattığı büyük boşluğu neyle doldurabilirdi? Ruhsal yıkımın altında kendini yok etmeyi düşünürken kendi sonunu hazırlama planına ne derece sadık kalabilirdi? Neticede hayata tutunma çabası kadar, ölüme olan inanç da kararlılık gerektiriyordu.
Kendi ölümünü tasarlayan Albert Caraco bu durumun en iyi örneklerindendir. Yaşamdan, insanlıktan, kentleşmeden ve üremeden nefret eden filozof yirmili yaşlarda intiharını planlamaya başlar. Annesi ve babasını intiharıyla yıkıma uğratmak istemeyen Caraco intiharını ebeveynlerinin ölüm tarihine dek erteler. Yıllar sonra annesi ölür. Annesinden iki sene sonra babasını kaybeden Caraco, babasının ölümünden iki saat sonra kendini asarak intihar düşüncesine ne kadar sadık olduğunu kanıtlar.
Caraco gibi yaşamı hiç sevmemiş ve intihar tutkusuyla yanıp tutuşmuş bir diğer yazar da Osamu Dazai’dir. Varlıklı bir ailenin çocuğu olmasına rağmen bunalımını ruhundan bir türlü kazıyamayan Japon yazar, 20 yaşından itibaren pek çok kez intihar girişiminde bulunur ama hedefine ulaşamaz. Varoluşsal sıkıntılarının yanı sıra verem, alkolizm ve esrar bağımlılığıyla da mücadele eden, “Doğmuş olduğum için beni affedin.” diyen Dazai, 39 yaşındayken, sevgilisiyle birlikte kendilerini halatla bağlayıp nehre atlayarak arzuladığı mutlu sona ulaşır.
İntiharı seçmiş bir başka Japon yazar da samuray kökenli aristokrat bir ailenin çocuğu olan Yukio Mişima’dır. Geleneklerine göre intihar olgusu, insan onurunu kurtaran ve yücelten bir eylem olarak algılanır. Milliyetçi Kalkan Örgütü’nün liderliğini yapan Mişima’nın, Japonya’nın modernleşmesine ve geleneksel değerlerini yitirmesine karşı sergilediği tavrı onu intihara sürükler. Mişima, sappuku adı verilen, bir kılıçla iç organların dışarı çıkarılmasını sağlayan bir tür Japon intihar şekliyle 1970 yılında onuru adına hayatından vazgeçer.
Beat Kuşağı’nın bir parçası olmasına rağmen karamsar, içine kapanık ve duygusal yapısı sebebiyle diğer Beat Kuşağı yazarlarından farklı bir profil çizen Richard Brautigan’ı intihara sürükleyen nedense yalnızlıktı. Genç yaşta hapsi boylayan Brautigan’a şizofreni teşhisi kondu ve şok tedavisi uygulandı. Yıllarca karavanla dolaşarak doğada yaşamı tercih edip, Zen ve Budizm’le yakından ilgilenen Brautigan 80’li yılarda alkolün dozunu artırdı ve içine kapandı. Hayata karşı duyarlılığını yitirip odaklanma sorunu yaşaması gelecek olan felaketin habercisiydi. Brautigan için hayatın üstünü çizen son şey belki de sahile vurmuş cansız bir yunusa sarılıp hüngür hüngür ağlaması olmuştur. Bu olaydan kısa bir süre sonra “Ava çıkıyorum.” diyerek arkadaşlarıyla vedalaşıp, 1984’ün sonbaharında California’daki kulübesinde cansız bedeninin yanında 1 şişe alkol ve 44 kalibrelik Smith Wesson tabancayla beyni dağılmış bir şekilde, arkadaşları tarafından 1 ay sonra bulunan Brautigan için son av kendi hayatıydı.
Fransız yazar Edouard Leve ise intiharını daktilosuyla günden güne haber vermiştir. Otoportre kitabı intihara giden yolda ilk duraktı. Ardından, hayali bir intiharın aşamalarını en ince ayrıntısına kadar anlattığı eserini ortaya koydu. İsmi de İntihar olan bu kitap, gerçek ya da hayali bir arkadaşa yazılan bir intihar mektubu özelliği taşıyordu. Yazar belki de içinde biriktirdiği ya da bastırdığı gerçeklerle yüzleşerek, bu kitabı kendine yazdığı bir mektup niyetiyle ele almıştı. 2007 yılında, kitabı yayımlandıktan iki hafta sonra, tıpkı kitabında anlattığı gibi 42 yaşında kafasından çıkan kanlarla kendi sonunu yazar.
Beynini dağıtmasa da kendini boğarak öldürme yöntemini seçen Jerzy Kosiński de Stefan Zweig, Paul Celan, Primo Levi, Walter Benjamin gibi Nazi bunalımını yaşayıp intihar etmiş Yahudi yazarlardan biridir. İkinci Dünya Savaşı’nda ailesinden ayrılmak zorunda kalan Polonyalı yazar, savaş bitene kadar sahte bir kimlikle Katolik bir ailenin yanına sığınmıştır. Kosinski’yi üne kavuşturan kitabı Boyalı Kuş’un başkarakteri bir bakıma yazarın kendi çocukluğudur. Avrupa’da büyük yankı uyandıran Boyalı Kuş, Kosinski’nin başını bela çukurundan çıkarmaz ve yahudi karşıtı bazı örgütler tarafından kara listeye alınmasına sebep olur. Sekiz kişinin öldürüldüğü suikastten, havaalanında bavulu ile ilgili yaşadığı sorun yüzünden geciktiği için kurtulan Kosinski, bu olaydan 20 yıl sonra karısı ile televizyon izlediği sırada kalkıp banyoya girer ve ardında “Her zamankinden daha uzun bir süre uyuyacağım. Buna sonsuzluk deyin.” notunu bırakıp, kafasına geçirdiği poşetle kendini boğarak yaşamına son verir.
Stefan Zweig gibi, intihar ederken yanında eşini de götürmeyi başarmış bir diğer isim de 70 yaşını geçmeden önce hayatına son vereceğine dair kendine söz veren Küba doğumlu yazar ve düşünür Paul Lafargue’dır; kendisi aynı zamanda da Karl Marx’ın damadıdır. Art arda üç çocuğunu da kaybeden Lafargue, tıptan soğuyarak, Proudhon’un yapıtlarının da etkisiyle kendini sosyalist düşünce akımlarına adar. Tembellik Hakkı adlı eseri, sosyalist düşüncenin klasikleşmiş metinlerinden biri hâline gelir. Eşiyle birlikte siyanür kullanarak intihar ederken gerekçeleri, beden ve zihni ele geçiren yaşlılığın getirdiği çürüme ve çaresizlik duygusunu görmeyi istememeleri olmuştur. Ölüme verdikleri sözü yerine getirdiklerinde Laura 66, Lafargue 69 yaşındaydı.
İntiharını deneysel bir yöntemle uygulamış olan Beşir Fuad, üst düzey eğitim görmüş bir Osmanlı subayı olup, aynı zamanda çevirmen, gazeteci ve fikir adamıdır. Edebiyatımızın ilk eleştirel biyografi örneğini ve ilk deneme yazılarını da yazan, pozitivizmi ve materyalizmi benimsemiş entelektüel bir kişiliktir. Annesi gibi sinir hastalığına yakalanıp uzun yıllar tedavi görmekten korkan Beşir Fuad, intiharını iki sene önceden duyurmuştur. Bu düşüncesi dönemin toplumu tarafından sert bir dille eleştirilse de Beşir Fuad intihar fikrinden vazgeçmez. Önceden planladığı intihar tarihinden bir hafta sonra bileklerini keserek intihar eder ve ölümü esnasında hissettiklerini yazıya döker. Türk Edebiyatında pek çok ilke imzasını atan Beşir Fuad, deyim yerindeyse edebiyatımızın ilk ölüm manifestosunu yazan kişi olmuştur.
İntihara olan tutkunun ve hayattan vazgeçme hevesinin hiçbir psikanalist tarafından tam olarak açıklanamaması, antidepresanların işe yaramadığı ya da psikolojik destekler tarafından önlenemeyen bir faciaya dönüşmesi, görüldüğü gibi edebiyat dünyasının da ruhani belası haline gelmiştir. Belki de yazarların kafalarında kurguladıkları dünya ile gerçek dünya arasında oluşan büyük fark onları hayattan vazgeçme noktasına sürüklemiştir. Ya da yazının gücünün dünyayı daha iyi bir yer haline getiremeyeceğini anladıklarında, zor da olsa kendi hayatlarını noktalamışlardır. Onlar ruhsal buhranlarının üstesinden gelemeyip hayatlarını intiharla noktalasalar da geride bıraktıkları eserlerle ölümsüzlüğü çoktan hak etmişlerdir.