Sanat her zaman keyif verici ve merhametli olmayabilir. Yeri gelince insanı hırpalaması, insana acı vermesi ve hakikati yüze vurması gerekir. Gerçek edebiyat da bazen aynı ölçüde gaddardır. Daima uçurumun kenarında bekleyen acı bir dille konuşan öfke edebiyatı, anlatılmak isteneni hiç de nazik ve sakince ifade etmek istemez. Rus yönetmen Tarkovski’nin söylediği gibi: “Acı olmak zorunda çünkü iyi ve kötü arasındaki savaşta, ruh ancak acı çekerek sağlığına kavuşabilir.”
Bu tarzı benimseyen yazarların bayrak taşıyanıdır belki de Louis-Ferdinand Céline. Kutsal kitap sıfatını fazlasıyla hak eden “Gecenin Sonuna Yolculuk” baştan sona öfke kusan bir dille yazılmıştır. İnsanın acizliğine, tarihin yalancılığına, politikanın ucuzluğuna ve savaşın acımasızlığına dair ne varsa sivri diliyle yerle bir etmeyi başarmıştır. Fransız edebiyatına girmiş çelikten çomaktır Céline. Böylesine cesur bir eserin faturası da çok ağır olur yazara. Vatan haini, Nazi yaltakçısı, Yahudi düşmanı ve bunamış bir ruh hastası sıfatlarıyla linç edilip sürgün yemiştir. Oysa Céline’in yaptığı tek şey gerçekleri dile getirip kör gözlere sokmaktır. Çok sonradan anlaşılır Céline’in haklılığı… “Yolculuk” da haklılığını ve acımasız bir metin olma özelliğini korumaya devam eder.
Beat Kuşağı yazarlarından William Burroughs’un gündelik yaşamdan kurtulma yöntemi de uyuşturucu maddelere sığınmak olur. Burroughs’a göre gerçeklik; sanrılardan, krizlerden ve uyuşmaktan ibarettir. Bunların dışındaki olgular pek bir anlam ifade etmez. Eserleri genelde kontrolünde olmayan zamanlarda yazılmıştır. İnsanı, toplumu ve sosyalleşmeyi reddeden yazar, bakış açısını, “Sizin insanlık tarihi dediğiniz şey, benim kaçış planımın başlangıcına dayanıyor.” sözüyle özetler.
Çağdaş edebiyatın iyimserlikten en uzak yazarlarından biridir Chuck Palahniuk. Fazlasıyla gerçekçi oluşunu kıvrak zekâsıyla taçlandırır. Konformizmi, tüketim çılgınlığını, insanın aptallığını ve kapitalizm tarafından yok edilen bireyin zavallılığını hicivli diliyle işler eserlerine. Mizahı ve ironiyi elden bırakmayıp insanın özündeki defoları cesurca dile getirişiyle nam salmayı başarmıştır. İnsan ruhunu ele geçiren bütün yapıyı, kuruluşu, sektörü eleştirmesi misyonu olmuştur. Onun dünyasında insan denen mahlûk defolarla doludur ve hayatta yer işgal etmemelidir. “Dünya nüfusu arttıkça insan sayısı azalıyor.” diyen Amerikalı yazar, insanlığa dair güzel günlerin geleceğine inanmayan ender yazarlardan biridir.
İflah olmaz, aykırı, hem dahi hem deli yazarlardan biri olan Giovanni Papini “Gog” isimli eseriyle deyim yerindeyse tarihi bir turneye çıkarıyor başkarakterini. Dünya tarihinde iz bırakmış politikacı, sanatçı, filozof, bilim insanı gibi önemli şahsiyetleri ziyaret eden Goggins sivri dili ve kıvrak zekâsıyla hünerlerini sergiliyor. Marks, Einstein, Freud gibi tarihe yön vermiş insanlar başta olmak üzere, karşılaştığı herkesin öne sürdüğü tezi, düşünceyi ya da akımı yerle bir etmeyi başarıyor. Eserlerinde genelde nihilizmi öne çıkaran Papini; dünyanın gereksizliğini, tanrının acizliğini ve insanın varlığının hiçbir anlam ifade etmediğini kavgacı bir üslupla kâğıda döker.
Amerikan edebiyatının “Pis moruğu” Charles Bukowski; müstehcen diliyle, sokak jargonuyla ve alkole olan düşkünlüğüyle adından söz ettirmiştir. Sokakları, düşkünleri, geceye hizmet eden insanları ve sefaleti bire bir tecrübe edip eserlerinde ele alan Bukowski, başta kendisi olmak üzere tüm topluma sırt çevirmiştir. Bir yere, bir insana ya da bir işe kendini ait hissetmeyişi zamanla yaşam tarzını belirler. İnsana duyduğu öfke ve güvensizlik eserlerine belirgin bir şekilde yansır. Otobiyografik eserlerinde insanın çürümüşlüğünü ve ne kadar defolu bir varlık olduğunu vurgular. Çocukluk travmaları ve ilk gençlik döneminde babasıyla, arkadaşlarıyla ve irinli yüzüyle yaşadığı sıkıntılar tüm hayatını etkiler. Sosyalleşme ve ikili ilişki kurma konusundaki başarısızlığını, “İnsanlardan nefret etmiyorum, sadece onlar etrafımda olmadığında kendimi daha iyi hissediyorum.” diyerek özetler.
Yaşamı boyunca hastalıkla boğuşup gücünü yalnızlıktan ve insana duyduğu öfkeden alan Thomas Bernhard’ın tiratları dünya edebiyatında taklit edilemez bir yer edinmiştir. Uzaktan güzel görünen insanın yaklaştıkça leş gibi koktuğunu savunur. Hayatta öğrenilmesi gereken tek şey yalnızlıktır ona göre. İntihar, ölüm ve yalnızlığı yücelterek mutluluktan ve hazdan intikamını zehirli diliyle alır. Ülkesi Avusturya da Bernhard’ın nefret dolu edebiyatından nasibini fazlasıyla alır. Yalnız doğduğu gibi yalnız ölen Bernhard’ın hiddetli dili ve dinmeyen öfkesi eserlerinde hâlâ canlılığını korumaya devam eder.
Thomas Bernhard gibi, ülkesinin şah damarına geçirdiği diş izlerini Moya’nın El Salvador’unun gırtlağında görmek mümkün. “Tiksinti” romanında ülkesiyle giriştiği kavgada fazlasıyla cesur ve acımasız davranmıştır Horacio Castellanos Moya. TV saçmalığı, kokuşmuş politikacılar, cahil halk, pislik yumağı gibi ülkenin dört bir yanında yuvarlanan suç örgütü ve rayından çoktan çıkmış düzen vagonu Moya tarafından yerle bir edilirken, aşağılanan ülke ve mide bulandıran topluma kalemiyle saldırması onu cesur yazarlar vitrinine çıkarır.
Lafını esirgemeyen, dünyaya gerçeklik aynasından bakan, tedirgin, huzursuz ve öfkeli, bu sebeple de pek sevilmeyen yazarlar için en güzel ifadeyi Moya üzerinden Roberto Bolano söylemiştir kuşkusuz: “Moya’yı okuyanlar, onu şehir meydanında asmak için bastırılması zor bir arzu duyarlar. Aslında, bir yazar için bundan daha büyük bir onur hayal edemiyorum.”