BETERİN BETERİ VAR 2: DEMİR ÖKÇE

1908 yılı birçok açıdan önemli bir yıldı. İnsanlar; Jön Türk Devrimi’ne, Ford’un çok satan T-Model’inin icadına, Simone de Beauvoir’ın doğumuna ve Feyenoord’un kuruluşuna tanıklık etti. Bütün bu gelişmelerin arasında bir de kitap çıkmıştı ortaya: Jack London’un kaleminden Demir Ökçe!

Demir Ökçe için, çıktığı döneme ait hem kötü hem de iyi eleştirilerle karşılaşmak mümkün. Peki sonunda bu romana bağlanan hikâye London için nasıl başlamış? Jack, bugün bile sıklıkla karşılaşamayacağımız ebeveynlere sahipmiş. Eski kayıtlar, annesinden spiritüalist bir müzik öğretmeni olarak bahsederken, babası için gezgin astrolog tanımını kullanıyorlar. Babası bir çocuğu olduğunu asla kabullenmemiş ve annesine Jack’ten, henüz doğmamışken kurtulmasını söylemiş. Zaten Jack de annesinin daha sonraki eşi olan John London’ın soyadını kullanmayı tercih etmiş.

Henüz küçük yaşta, ailesinin geçimine katkı sağlamak için gazete satarken, belki de farkında olmadan sektöre ilk adımını atan London, otuz yaşını doldurduğunda makaleleri ve kitapları farklı dillere çevrilen başarılı bir isme dönüşerek kendi tahtını inşa etmiş. O dönemde bir öyküden 1000 dolar kazanabilen sekiz yazardan biriymiş. Gazetecilik, yaptığı, yapmak zorunda olduğu işlerden sadece biriymiş. Bir konserve fabrikasında çalışmış, kendi kayığı ile istiridye toplamış, bir fok balığı gemisinde tayfalık ve başka bir yerde elektrikçi çıraklığı yapmış… Hatta sosyalist olduğu için kendisiyle çatışan hocaları yüzünden üniversiteyi bıraktığında altın aramaya bile gitmiş. Yazarlığa olan tutkusunu asla kaybetmemiş ve sonunda tüm dünyaya gerçek altının, Jack London’ın kaleminden çıkanlar olduğunu göstermiş. Sendikalaşma, işçi hakları ve sosyalizm gibi konuları savunan radikal edebiyat grubu The Crowd’a katılmış. Aynı konuları dert eden Demir Ökçe de bu sırada yazılmış.

Hikayemiz, farklı zamanlara ait iki anlatıcı üzerinden ilerliyor. İlki, devrime giden yolda canını ortaya koymaktan çekinmeyen güçlü lider Ernest Everhard’ın eşi Avis. Diğeri ise yazılmasından 700 yıl sonra Avis’in devrimi anlattığı Everhard El Yazması’nı inceleyen tarihçi ve bilgin Anthony Meredith. Jack London, kitabı bu şekilde tasarlayarak bizleri hem devrimin yaşandığı ana götürüyor hem de Meredith’in dipnotları ile daha sonra yaşanacaklara hâkim olmamızı sağlıyor.

Avis, başlangıçta proletarya ile oligarşi arasındaki iktidar mücadelesinden bahsediyor. Ernest Everhard’in oligarşiye taktığı lakap, kitabın ismi ile aynı! Oligarşi’nin tanımladığı şey ise toplumu tekelleştiren büyük kapitalistler veya tröstler. Üçlü, beşli, yedili çeteler… Ülkenin kaynaklarını manipüle ederek hükümetin kontrolünü ele geçiriyor, kendilerinden başka kimseyi önemsemiyorlar.

Ezici bir zaferle kongreye seçilen ve bir şeyleri değiştirmeyi hedefleyen Ernest’in bu iyi niyetli yaklaşımı kısa sürede siliniyor. Kongreyi bombalama girişiminde bulunmakla suçlanıyor ve hapse atılıyor. Suçsuz yere hapse atılan Ernest’i daha fazla içerde tutmak Demir Ökçe için bile fazla olduğundan, adamımız altı ay sonra çıkıyor. Büyük Birinci İsyan’ın planlanmasını ve sonrasında yaşananları okuyarak nefes kesici bir finale konuk oluyoruz.

Neredeyse yazıldığı dönemde, 1912 ile 1932 yılları arasında geçen bu hikâyeyi anlatmak için 2600 yılını tercih eden London, vakte bu kadar da kıymet verilmemesi gerektiğini ve güçlü ya da güçsüz herkesin zamanının geçeceğini vurguluyor. Kitabın tek ilginç yanı bu değil. Bugün bile çok az örneğine rastlanan bir özelliği daha var: bir erkek tarafından yazılan, kadın bir ana karakter. Oldukça iyi tasvir edilen, oligarşiye baş kaldırırken yanında durduğumuz bu kadın hem London’ın külliyatında hem de genel olarak edebiyat dünyasında olağandışı. Demir Ökçe’yi benzerlerinden ayıran bir diğer önemli nokta da bahsi geçen kötünün, gelecekte konumlandırılmış komünist bir diktatörlük yerine, geçmişte duran oligarşik bir yapı olması.

Jack London, ilginç bir şekilde, çok yakında patlak verecek olan Birinci Dünya Savaşı’ndan da bahsediyor. İlkokul kitaplarından öğrendiğimiz hâliyle, Ferdinand’ı bir kenara bırakırsak, savaşın en büyük nedenlerinden biri Sanayi İnkılabı. Ham madde ve enerji açığını karşılamak, ellerindeki fazla malı satmak amacıyla sömürgecilik yarışına giren devletler, bunun için savaş çıkarmaktan çekinmiyorlar. Demir Ökçe, tam olarak aynı nedenle ortaya çıkacak olan ABD, Almanya ve diğer ulusları da içeren bir gerginliğin kapıda olduğunu söylüyor.

Distopyanın ilk örneklerinden olan bu eser kendinden sonra geçen zamana oldukça katkı sağlamışt. Bilinen en büyük distopik eserlerden biri olan Bin Dokuz Yüz Seksen Dört’te, Kurt Vonnegut’un Otomatik Piyano’sunda ve Frederic Tuten’in Uzun Yürüyüş’te Mao’nun Maceraları adlı kitabında Demir Ökçe’nin izlerine rastlamak mümkün. Ayrıca Amerika’nın en etkili işçi liderlerinden biri olan Harry Bridges, içindeki kıvılcımın Demir Ökçe ile parladığından bahsediyor.

Bu güzel ve gurur verici hadiselerin dışında Demir Ökçe ile yan yana anılan tatsız gelişmeler de var. Kitabın bir bölümü Frank Harris tarafından yazılan bir makale ile neredeyse aynı. Bu durumu kabul eden Jack London, bu bölümü gazete gördüğü ve gerçek sandığı bir haberden uyarladığını söyleyerek kendini savunuyor. Ne yazık ki bu, Jack London’un karşılaştığı tek intihal suçlaması değil.

Kitap bugüne kadar iki defa filme uyarlanmış. Aralarında 80 yıl olan iki film de Rusya’da çekilmiş. Vladimir Gardin’in yönettiği 1919 tarihli versiyonu çekildiğinde Rus İç Savaşı devam ediyor, Sovyet rejiminin karşı devrimci Beyaz Ordu tarafından tehdit ediliyormuş. Aleksandr Bashirov’un yönettiği Oligarşinin Demir Ökçesi adlı 1999 tarihli, Rusya’daki oligarklara karşı örgütlemeye çalışılan bir devrimi anlatan uyarlama ise Uluslararası Rotterdam Film Festivali’nde Altın Kaplan ödülüne layık görülmüş.

İsyanlar, savaşlar, eşitsiz gelir dağılımı, dinin dönüşümü… Sosyalizm, kapitalizme karşı! Gücü elinde bulunduranların her şeye sahip olduğu, geri kalanları demir ökçelerinin altında ezmekten çekinmediği, kurtuluş için geç kalınan, en yakın arkadaşların bile birbirilerini ihbar edebildiği, paranoyanın hüküm sürdüğü, dinin sömürüldüğü, ayrıcalık ve torpilin toplumun her kesimine yayıldığı, yasaların hiçe sayılarak insanların hapiste tutulduğu hikâyeler varken hâlimize şükretmeliyiz. En azından hâlâ vaktimiz var.

Cevap Ver

Yorumunuzu giriniz
Adınızı giriniz