Müdahaleci bir annenin övgülerine bağımlı hâle gelmiş, tanıştığı her insandan aynı ilgiyi bekleyen, bağımsız bir hayatın özlemiyle devamlı olarak yanlış kararlar veren, bu kararlardan pişman olsa dahi annesiyle geçirdiği birkaç günde yeniden bu yanlış hayata geri dönme isteğine karşı koyamayan bir insan. Kararsız veya çok kararlı, şiddete meyilli, işler istediği gibi gitmediği anda karşısındakinden nefret eden ve özgüven yoksunu karakterini saklayamayan zavallı bir adam: George Kelsey.
Mart ayında, Sevinç Kayır çevirisiyle, İş Bankası Modern Klasikler Dizisi’nde kendine yer bulan George’un Annesi, savaş muhabiri olan Stephen Crane’in Türkçeye çevrilen son romanı. 1800’lerin son yıllarında New York’ta geçen hikâye, George ve annesinin günlük yaşamlarına eşlik eden çatışmalarını konu alıyor.
Sıradan insan hayatına, gerçekleşmesi çok olası bir hikâyeyle eşlik ediyoruz. George Kelsey, -gerçek bunun tam tersiyken- diğer insanlara göre daha üstün özelliklere sahip olduğunu düşünen bir adamdır. Arkadaşlarıyla içerken özgürlüğü tattığını söyler, yeni girdiği ortamlarda büyük ilgi görür. Övüldükçe övülür anlayacağınız. Onay ve iltifat muhtaçlığı onu bu ortamlara bağımlı hâle getirir. Annesinin en büyük korkusu onun alkole yakınlaşması ihtimaliyken, George’un kafasındaki saygın insan modeli de bu duruma karşı inşa edilmiş bir şekilde hayat bulur. Meyhanelerde zaman geçiren insanlara yakınlaşmaya çalışır.
“Ona göre meyhaneler, sokağın gizemini barındıran mekânlardı. Meyhaneleri tanıdığında, sokağı da öğrenmiş olacaktı.”
Kısa bir sürede oluşan bu samimiyeti gerçek sanan ve bu duruma kendini kaptıran George, sonunda olmak istediği yeri bulmuştur. Aslında alkolden zevk almaz, alkolün getirdiği ortama açtır. Çevresine uyum sağlayabilmek için öylesine büyük bir çaba içindedir ki bir partide kontrolünü kaybederek ilk ağır sarhoşluğunu tadar. Hayallerini süsleyen bu dünyanın gerçek yüzü hiç beklemediği bir tokat gibi çarpar yüzüne.
“Gün ışığının acımasız dürüstlüğü felaketi ve ölümü odaya sermişti. Önceki gecenin kargaşasının ardından, odanın hâli çürümenin hüküm sürdüğü bir savaş alanını andırıyordu.”
Bir kıza âşıktır George, o gece de arkadaşlarına onu anlatmak istemiştir. Ancak kimse onu dinlemez, herkes kendi eğlencesini düşünmektedir. Oldukça özel biridir bu kız. Crane’in ilk romanı Sokak Kızı Maggie’nin kahramanı olan Maggie Johnson’dır. Onunla aynı binada yaşayan George, çocukluk yıllarından beri hayalinde kurguladığı tanrıça modelinin Maggie olduğuna karar vermiştir. Kızın ona karşı duyarsızlığı, bir gün onu bu hayattan kurtarırsa kendini sevdirebileceğine inanan George’u engellemez ancak George’un başına gelen tüm olaylarda olduğu gibi bu durumda da yapmak istedikleri sadece hayal olarak kalacaktır. Sanki yazar, kendi dünyasındayken kurtarmadığı Maggie’yi George’un kurtarmasını istemiş ama sonradan vazgeçmiş gibidir. Belki de George’un hayatında önemli bir yere sahip bu büyük aşkına bu sebeple yalnızca kısa bir bölümde yer verilmiştir.
Beş kardeşinden geriye sadece o kaldığı için bu durum annesinin korumacı tavrını arttırmış ve George’un tahammül seviyesi ise iyice düşmüştür. Özgürlüğünün peşinden giderken annesiyle yüzleşemez, devamlı yalan söyler. Annesinin küçük olaylarda sergilediği büyük tepkileri George’u bezdirmiştir. Onun kendinde sevdiği özelliklerle annesinin onda sevdiği özellikler bir türlü ortak bir paydada buluşamaz. Kiliseye gitmesi belki annesini mutlu edecektir. Peki, George sırf annesini mutlu etmek için bu isteğe boyun eğmek zorunda mıdır?
“Kasvetli kara silüetlerin sıra sıra dizildiği kutsal merasimi gözünde canlandırdı. Bunu hayal etmek bile içinin daralmasına sebep olmuştu.”
Kitabın temeli, George’un önündeki iki seçenek üzerine kurulmuştur: Ya annesinin çizdiği yola girip işine ve kiliseye giderek sakin ve huzurlu bir hayat sürecek ya da meyhanelerde zaman geçiren yeni çevresiyle ne kadar süreceği belirsiz bir mutluluğa adım atacaktır.
Yaşadığı sarhoşluk sonrasında annesine yakınlaşan George, kısa bir süre için ilk seçeneğin peşinden gidiyormuş gibi gözükür. Ancak fiziksel mutsuzluğu geçtikten sonra, sarhoşken yaşadıklarını “bir talihsizlik” olarak tanımlar ve meyhanelere geri döner. Annesiyle arası açılmaya başlar, ardından işini de kaybeder ve arkadaşlarından borç ister. İşte tam da bu noktada anlar George alkol arkadaşlığının bir yanılsamadan ibaret olduğunu. Onu her partiye davet eden, öven, seviyormuş gibi gözüken tüm arkadaşları geri çevirir onu. Borç isteyeceği başka kimse yoktur. Başlangıçta annesi, içki arkadaşları ve işi olan George’un elinde sadece kendini kurnazlıkla dâhil ettirdiği küçük bir çete kalır; annesi de hastalanmıştır. Bu hastalık sonucu dikkati dağılan George, küçük çetesiyle de ipleri kopma noktasına getirir. İstediğinin bu olmadığını fark etse de bu farkındalık için artık çok geçtir.
Yalnızlığı satırlara sığdırmıştır Crane; okuyucusunun yüzüne vurmadan, yoğun betimlemelerin arasına serpiştirmiştir onu. Diyaloglarda kullandığı samimi dili ve olayların sıradanlığını bir araya getirerek “sokaktan geçen insanı” anlatır bize. Hayattayken pek fazla takdir toplayamamış olsa da şimdilerde, anlattığı döneme dair gerçekçi üslubu sayesinde göze çarpar. İnsanların zayıflıklarını aktardığı kitaplarında, kahramanlarını hayata karşı savunmasız bırakır. George Kelsey de kaçamaz bu sondan. Kitap boyunca adını bile öğrenemediğimiz “ufak tefek, yaşlı kadın” ölür. George’u ne olursa olsun sevecek tek insan artık yoktur. Ona inançla bakan tek yüz de silinip gitmiştir. Ne bir işi ne ailesi ne de arkadaşı olan George; alkolün, kavgaların ve ölümlerin kol gezdiği 19. Yüzyılın New York’unda bir başına kalır.