İTAAT: HOUELLEBECQ’İN KARANLIK SENARYOSU

Michel Houellebecq’in 2015 yılında, Fransa’da yayımlanan romanı “İtaat”, Başak Öztürk çevirisi ve İthaki Yayınları etiketiyle geçtiğimiz ay raflardaki yerini aldı. Bu, Goncourt ödüllü yazarın Türkçeye çevrilen dördüncü romanı oldu.

Yayımlandığı dönem Fransa’da da çeşitli tepkileri üzerinde toplayan kitabın sadece basit bir kurgudan ibaret olmadığını tahmin etmek pek de zor değil. Temelde Müslümanlık karşıtı bir propaganda izlenimi yaratan kitap, şeriat yönetiminin karanlık yüzünü göstermek yerine “ılımlı Müslümanların, Avrupa’daki ahlaki ve ailevi değerleri sağlamlaştırması” adı altında farklı bir bakış açısıyla ilerliyor. Sonuç değişmiyor, yol daha sempatik gösteriliyor.

2022 yılının Fransa’sını anlatan roman, “J. K. Huysmans uzmanı” olan bir akademisyenin tercihlerini konu alıyor. Hayattan ne istediğini bilmeyen, hatta bir şey isteyip istemediğinden bile emin olamayan François’nın kafasındaki belirsizliğin belki de zirveye ulaştığı dönem, aynı zamanda Fransa’nın da temelden bir değişime girdiği sürece denk geliyor. Müslüman Kardeşler’in adayı – aslında hedefi küresel çapta bir halifelik olan – Mohammed Ben Abbes’ın beklenmedik bir şekilde iktidara gelmesiyle şeriat yönetimine geçen Fransa’da kahramanımız kendisiyle ne yapacağını çözmeye çalışıyor. Önüne çıkan fırsatları mı değerlendirecek, yoksa Huysmans’ın izinden gidip inzivaya mı çekilecek?

“Mutsuz gençlik yılları boyunca kendine sadık bir dost” olarak nitelendirdiği Huysmans üzerine yazdığı tezi teslim edişinin üzerinden on beş yıl geçmiş. O günü hayatının muhtemelen en iyi bölümünün sonuna gelişi olarak değerlendiren François; kendine ve öğrencilerine gerçek anlamda bir şey ifade etmeyen dersleri, kimle geçirdiği büyük farklar yaratmayan geceleri, zoraki iş muhabbetleri ve nadiren keyif aldığı arkadaş buluşmaları arasında bir hayat sürüyor. Seçimlerin yaklaşmasıyla hem kendisi hem de bütün çevresi büyük bir ikilemle karşı karşıya kalıyor.

Süratle karışan ülkede, huzursuzluğunu takiben aldığı bir tavsiye sonucu Paris’ten uzaklaşmak isteyen ve Fransa’nın güneyine doğru yola çıkan kahramanımız, aradığı sakinliği bulurken bir yandan da kendisiyle hesaplaşıyor. Paris’e dönüşü üzerine önce annesinin ölümü, sonra üniversiteyle ilişkisinin kesilmesi ve emeklilik fikri, ardından da babasının ölüm haberleriyle kafası karışan ve onu bunlardan çok daha fazla etkileyen cilt rahatsızlığı ile iyice içine kapanan François ani bir karar veriyor.

“19 Ocak gecesi beklenmedik, bitmek bilmeyen bir ağlama krizine girdim. Sabahına, Kremlin-Bicêtre’de şafak sökerken Huysmans’ın kapandığı Ligugé Manastırı’na geri dönmeye karar verdim.”  

Elbette uzun soluklu bir inziva olmuyor bu, kısa bir süre içerisinde Paris’e dönüyor François. Sonraki süreç ise kitabın adından da tahmin edilebileceği gibi, yeni Fransa’nın kabullenilme dönemini konu alıyor.

Kitabı okurken “Eğer kahraman bir kadın olsaydı nasıl olurdu?” diye düşünmeden edemiyorsunuz. Kitap boyunca toplumsal bir boyun eğme teması olsa da aslında konu yalnızca erkek hayatı üzerinden işleniyor. İşsizlik sorununun kadınların çalışma hayatından uzaklaştırılmasıyla çözüldüğü ve kadınların “ihtiyaç kadarının” okumaya devam edebildiği bir dünyaya uyanılıyor. Peçe zorunlu hale geliyor. Değişimlere şaşırmıyoruz elbette, sonuçta şeriat yönetimi oluşturuluyor ancak örneğin kıyafet değişikliğini, yine François’nın gözünden “sokakta tahrik olmamasına yardımcı” güzel bir gelişme olarak görüyoruz. Empati yoksunu kahramanımızın en çok ilgisini çeken konu ise elbette çokeşlilik oluyor.

Sonuçta önümüzde iki cephe açılıyor. Müslümanlığa geçerek birçok kazanç elde edebilen erkekler ve neredeyse bütün özgürlüklerini kaybeden kadınlar. Bunun en açık örneğini de – değişen adıyla – Sorbonne İslam Üniversite’sinin yeni rektörünün yazdığı kitabın bir bölümünde görüyoruz. Bir erkeğin birden fazla eşi olabilmesinin kötü algılanabilecek tek yanı, diğer erkeklere daha az kadının kalması olarak anlatılıyor. Yeni maddi durumuyla birden fazla eşi olabileceğini bilen François için ise bu eşitsizlik görmezden gelebileceği bir konu haline geliyor. Fark ettirmeden öyle uçlara ulaşıyor ki diyaloglar ve karakterler o kadar normal karşılıyor ki yaşananları, sanki hiçbir terslik yokmuş gibi hissediyorsunuz. Burada yazara küçük bir alkış bekliyoruz.

Kitap, Houellebecq’in yer yer yorucu ama doğru kurgulanmış anlatımı ve sert diliyle okuyucuyu ele geçirmeyi başarıyor. Ağır bir hiciv niteliğindeki eser, rahatsız edici boyutlara ulaşan gerçekliğiyle de farklı bir yer ediniyor. Aslında kitabın temelini oluşturan, François’ın Huysmans’a karşı bağımlılığının son buluşuna şahitlik ediyoruz. Akademik olarak elde ettiği başarının yeni düzende değerini yitirdiğini fark etmesi François’yı – belki de diğer kararlarının tümünden daha çok – etkiliyor ve yıllardır cesaret edemediği yüzleşmeyi nihayet gerçekleştiriyor.

“Eve, ufak tefek yaşlı bir adam gibi, yavaş yavaş yürüyerek döndüm; bu sefer gerçekten entelektüel hayatımın sonu olduğunun, Joris-Karl Huysmans ile çok uzun sürmüş ilişkimin sonuna geldiğimin farkına varmıştım.”

Roman, öne sürdüğü politik ve sosyal sorunlara tam bir çözüm getiremeden – zaten başından beri beklenen – François’nın yeni sisteme teslim oluşuna tanık oluyoruz. Yazar şaşırtmıyor ancak anlatım her şeyi yerli yerine oturtuyor. Huysmans’la geçirdiği yıllardan sonra tamamen farklı bir hayata atılan François, pes etmek ve kabullenmek arasındaki o belirsizlikle yeni hayatına başlıyor.

“Birkaç sene önce babam için de her şey biraz böyle gelişmişti, bana da yeni bir şans verilecekti ve bu, ilkiyle çok da ilgisi olmayan ikinci bir hayatın şansı olacaktı.

Özleyeceğim hiçbir şey olmayacaktı.”

Cevap Ver

Yorumunuzu giriniz
Adınızı giriniz