Yapay zekâlar her geçen gün hayatımızda kapladıkları yeri daha da büyüterek gelişmeye devam ediyorlar. Kullanıcı sayısının artması daha önce aklımızdan bile geçmeyen tartışmaları da yanında getiriyor. Özellikle açık kaynaklı projelerin ardından, işlerin çığırından çıktığını söyleyebiliriz. Midjourney, Stable Diffusion, DALL·E 2 gibi çizim yapabilen yapay zekâların karşısında protesto başlatan sanatçılar, sohbet robotu ChatGPT’ye virüs kodu yazdıran hacker’lar derken ortalık yangın yerine dönmüş durumda. Peki başlangıçta işler nasıldı? Türünün İlk Örneği, Yapay Zekâ başlıklı yeni bölümüyle karşınızda!
Mitolojik ve mistik anlatıları esas aldığımızda Girit’in koruyucusu olan bronz dev Talos gibi örneklere ulaşsak da kavrama, günümüzde kullanılan “insan düşünce sürecinin mekanikleştirilmesi” anlamıyla baktığımızda 1940’lara gidiyoruz. Neredeyse her durumda olduğu gibi burada da yolumuzu aydınlatan şey hayal etmek oluyor. Bizden öncekilerin hayal ettiği R.U.R. (Rossum’s Universal Robots), Darvin Makineler Arasında, Maelzel’in Satranç Oyuncusu gibi hikâyelerin yapay zekayı gerçekçi kılmasının ardından çeşitli alanlarda araştırma yapan bir grup bilim insanı, yapay bir beynin yaratılabilme ihtimalini tartışmaya başlıyor. İlk önce bu konuyla ilgili makaleler yayımlanıyor. Bu makaleler çoğunlukla satranç ve dama oynayan makineler hakkında.
Tarihlerimiz 1950’lerin başını gösterdiğinde ise üç bilim adamı, Herbert Simon, Allen Newell ve Cliff Shaw, dünyayı sonsuza kadar değiştirecek bir birlikteliğe imza atıyor. Her şey, 2. Dünya Savaşı’nın ardından hükümet desteğiyle California’da kurulan RAND şirketinde başlıyor. Ekibimiz dijital bilgisayarlarla vakit geçirdikçe, sayıları manipüle edebilen bir makinenin sembolleri de manipüle edebileceğini fark ediyorlar. Bu yaklaşım insan düşüncesinin özüne ulaşabilen, yani düşünen makinelere giden yolun kapısını aralıyor ve ortaya Logic Theorist çıkıyor.
Yapay zekâyı mümkün kılan ilk adım Allen Newell’in lojistik ve organizasyon üzerine yazdığı bir teori. Örüntü eşleştirme ile ilgili bir sunumda bu teoriyi gören Herbert Simon, basit olmasına rağmen programlanabilir bir birimin etkileşiminin, insana özgü olarak bilinen karmaşık davranışları gerçekleştirebileceğini fark ediyor.
İkilinin, makinelere düşünmeyi öğretme hayaliyle yaptıkları konuşmalar, gerçek insanların problem çözme becerisini taklit etmek için, özel olarak tasarlanan bir programa dönüşüyor. Ancak bu sefer de başka bir problem beliriyor. Matematik üzerine çalışan bir insan gibi düşünmeyi başaran bu programı çalıştırmak için bir bilgisayar programcısına ihtiyaç duyuyorlar. Burada Cliff Shaw devreye giriyor.
Program, ilk olarak elle simule ediliyor. Her satır 3×5 boyutundaki kartlara yazılıyor ve aile bireyleri ile bazı yüksek lisans öğrencilerinin katıldığı bir buluşmada ilk kez çalıştırılıyor. Mutlu sona ulaşıyorlar, programları, yalnızca teoride değil, pratikte de teoremleri kanıtlıyor.
Cliff Shaw, daha sonra Herbert Simon ve Allen Newell ile son hâline getireceği Bilgi İşlem Dili (IPL) adlı bir program dilinin ilk sürümü ile Logic Theorist’i yazıyor. 1955’te yaratılan Logic Theorist, Alfred North Whitehead ve Bertrand Russell’ın Principia Mathematica’sında yer alan 52 teoremin 38’ini ispatlamayı başarıyor.
Yeni bir çağın başlangıcı olması için sürekliliğin sağlanması gerekiyor. Henüz yapay zekânın ne olduğunu bilmeyen insanlara yapay zekâ yaptıklarını anlatmanın kolay olmayacağını biliyorlar. Ekibimizin ihtiyacı olan şey, kısa süre sonra karşılarına çıkıyor: John McCarthy ve Marvin Minsky tarafından düzenlen Dartmouth Yapay Zekâ Yaz Araştırma Projesi (DSRPAI). Logic Theorist, DSRPAI’da çeşitli alanlardan en iyi araştırmacıların karşısına çıkıyor. Ancak işler beklendiği gibi gitmiyor. Katılımcılar, standart yöntemler üzerinde anlaşmaya varamıyor. Ekibimiz onları, onlar da ekibimizi dinlemek istemiyorlar. Herbert Simon bu durumu ironik olarak adlandırıyor ve şöyle devam ediyor: “Bizi dinlemek istemediler. Peşinde oldukları şeyin ilk örneğini zaten yapmıştık ama bu dikkatlerini çekmedi.”
Logic Theorist, yapabildikleriyle olmasa da varlığıyla birçok şeyi değiştiriyor. Bilgisayarların gelişmesiyle birlikte makine öğrenmesi de gelişiyor. Logic Theorist, ilham verdiği diğer çalışmalarla birlikte devlet kurumlarının dikkatini çekiyor ve yapay zekâ araştırmalarına fon sağlamaya ikna ediyor. İnişli çıkışlı geçen yılların ardından istediği sonuçlarla karşılaşmayan devletler, birer birer geri çekiliyorlar. Finansmanın azalması devletin geri çekilmesine ve bilim insanlarının üzerindeki o istenmeyen baskının yok olmasına neden oluyor. Bu rahat çalışma ortamı başarıyı getiriyor. Dünya satranç şampiyonu olan büyük usta Gary Kasparov, 1997’de IBM’in satranç oynayan programı Deep Blue’ya yeniliyor. Her şey bir kez daha geri alınamaz şekilde değişiyor.
Aradan geçen 30 yılın ardından, yapay zekâ üzerine çalışan öncülerin sorunları bizler için geçerliliğini yitiriyor. Depolama alanı, işleme hızı gibi sorunlar ortadan kalkıyor ve bu alandaki yeni oyuncular, benzer bir başarıya imza atmak için hamlelerini yapıyor. Google’ın Alpha Go adlı programı Go şampiyonu Ke Jie’yi mağlup etmeyi başarıyor.
Zaman her şeyi değiştiriyor. İlk önce matematikle hayatımıza giren yapay zekâ, satranç ve Go gibi oyunlarla kullanım alanını genişletiyor. Sonrasında teknoloji, bankacılık, pazarlama ve eğlence gibi birçok sektörle hayatın her alanına yerleşiyor. Okuduğumuz kitaplar, izlediğimiz filmler bunun aksini anlatsa da hiçbirimiz yapay zekâlara güvenmekten korkmuyoruz. Gideceğimiz güzergâhın, dinleyeceğimiz şarkının, izleyeceğimiz videonun seçimini seve seve onlara bırakıyoruz. Yapay zekâ ile Skynet üzerine sohbet ediyor, zamanı geldiğinde merhamet göstermesi umuduyla espriler yapıyoruz. Aramızda, yapay zekânın ilk örneği hakkında hazırlayacağı yazı için, sadece bir yapay zeka ile yaptığı sohbetten beslenen yazarlar bile mevcut!