BOHEMLİKTEN BİLGELİĞE: HENRY MILLER

Yazarlar öykü ve roman türünü birkaç farklı yöntemle ortaya çıkarır: İlki, düşsel yolculuğun izini sürüp, tamamen hayal ürünü olarak kurmaca yöntemiyle, diğeri de kurgusal yapıya bel bağlamadan kendi yaşantısının izini sürerek… Bu iki farklı yöntemin, yani kurguyla otobiyografik anlatımın beraber işlenmesi de bir diğer yöntemdir. “Ben yalnızca kendi hayatını anlatan bir yazarım.” sözünün sahibi Henry Miller, hiçbir zaman kurguya ihtiyaç duymadığını, yaşantısının en doludizgin macera olduğunu düşünen yazarlardan biri olarak, dünya edebiyatında önemli bir yer edinmiştir.

26 Aralık 1891’de Alman göçmeni bir ailenin çocuğu olarak New York’ta doğar Henry Miller. Aykırı, serseri ve özgür ruhlu yazarların genelinin yaptığı gibi, eğitimini yarıda bırakır. Bulaşıkçılık, barmenlik, liman işçiliği, ücretli öğretmenlik ve gazetecilik gibi pek çok işte çalışsa da hiçbirinde tutunamaz. Gençlik yıllarında Amerikan Sosyalist Partisi’nin üyesi olan Miller, o yıllarda edebiyata da ilgi duymaya başlar. İlk evliliğini 1917 yılında Beatrice Wickens ile yapar. Beş sene süren bu evlilikten sonra tanıştığı June Mansfield ile evlenir. Miller, kendisini üne kavuşturacağını düşündüğü Yengeç Dönencesi üzerinde çalıştığı dönemde Louis-Ferdinand Celine’in Gecenin Sonuna Yolculuk kitabını okur ve Celine’in coşkulu ve yıkıcı tiratları karşısında adeta büyülenir. Celine’in benzersiz üslubuna yansıyan konuşma dilinin canlılığı, Miller’ın tam olarak ulaşmak istediği şeydir. Yengeç Dönencesi biter fakat aşırı derecede müstehcen bulunduğu için ABD’li yayıncılar tarafından reddedilir. Umutsuzluğa kapılmayan Miller, bir başka yazar Anais Nin ile yakınlık kurar ve onun büyük desteğiyle 1934 yılında kitap Fransa’da yayımlanır. Eleştirmenlerden büyük tepki alan romanın edebi değer taşımadığı, hatta roman sanatına ve edebiyatın ruhuna büyük bir hakaret olduğu ifade edilir. Aynı yıl eşi June, Miller’ı lezbiyen sevgilisi Jean Kroski için terk eder. Bu ayrılıktan sonra Paris’e yerleşip bohem hayat yaşamaya başlar. 2. Dünya Savaşı patlak verene kadar Paris’te kalıp verimli bir dönem geçirir ve edebiyat çevresini genişletir.

Henry Miller ve Anais Nin

1938 yılında Oğlak Dönencesi yayımlanır. İlk romanında olduğu gibi, yine ABD’nin kültürel değerlerini göz ardı eder. Kalıplaşmış ve yozlaşmış ahlaki değerlere meydan okuyan tavrından taviz vermeyen Miller, yine eleştirmenlerin zehirli oklarına maruz kalır. Buna rağmen burjuva ahlakını ve eleştirmenlerin zırvalıklarını umursamayarak her türlü olumsuz yoruma kayıtsız kalmaya devam eder.

Aslında Miller’ın otobiyografik türdeki romanlarıyla yapmak istediği şey, tabuları paramparça ederek, yaşadığı dönemin edebiyat anlayışının dışına çıkmaktır. Felsefenin ve mistisizmin ruhunu romanlarına işleyen Miller, pek çok yazarın kâğıda dökmekten çekindiği konuları tüm çıplaklığıyla yazabilmekten mutluluk duyar. Sert ve kışkırtıcı tarzına rağmen, karamsar bir ruh hâline bürünmeyen yazar, hayata karşı her zaman iyimser ve umut dolu yapısıyla da öne çıkar. Hatta kendisine yöneltilen sert eleştirilerin hiçbirine, en ufak da olsa olumsuz bir tepki vermeyerek bilge bir duruş sergiler.

Miller’ın edebiyatını reddedenler olduğu gibi, onu bağrına basan bir edebiyat kitlesi de oluşmaya başlar. Bu isimlerden biri de uzun süredir mektuplaştığı Lawrence Durrell’dir. Arkadaşının davetiyle 1939 yılında Yunanistan’a gider. Kendisinin en yetkin yapıtı olarak nitelendirdiği Marousi’nin Devi romanını da burada yazar. Bir yıl sonra Kaliforniya’ya dönüp, pek çok yazara ilham kaynağı olmuş Big Sur’a yerleşir. Şehir hayatının karmaşasından ve insan yığınlarından uzaklaşıp inzivaya çekildiği, kendi deyimiyle aydınlandığı Big Sur için, “Hayatımda ilk kez kendimi bir yere ait hissettim.” der.

Henry & June, Philip Kaufman, 1990

Edebiyatı gibi aşk hayatı da fazlasıyla çalkantılıdır. Hayatı boyunca beş kez evlilik yapar. Huzurlu bir yuvada, masanın etrafında toplanıp yemek yiyen aile bireyleri ve tek düze ilerleyen bir yaşam… Bunlar, belki de pek çok insan için cenneti ifade ediyordu ama Miller’ın ruhu bu cennetin doğasına uygun değildi. Bir şehirden diğerine sürüklenmek, köhne otel odalarında, bazen de yüzsüz bir misafir olarak arkadaşlarının evinde gereğinden fazla kalıp serserice yaşamak hayat veriyordu onun ruhuna. Kadınlara tutkuyla bağlansa da aile olmanın sorumluluğunu almak ona göre değildi. Her romanında aşk hayatını açıkça kaleme alan Miller, kendisini terk eden eski eşi June ve onun yasak aşkını, kendisinin bu aşkın neresinde olduğunu, “Kadınlar ile ilgili yapılacak üç şey vardır: Onu sevebilir, onun için acı çekebilir ya da onu edebiyata çevirebilirsin.” sözüyle Çılgın Üçlü romanında anlatır. Ayrıca, June ile evli olduğu dönemde, Anais Nin ile olan ilişkisi de Henry ve June filmine konu olur.

Sonraki yıllarda yazdığı Seksus, Pleksus ve Neksus üçlemesi de diğer kitapları gibi aynı gerekçeyle ABD’de yasaklanır. Edebiyatındaki bu müstehcenlik tartışmasını ve kitaplarının yasaklanmasını anlamsız bulur. Çünkü ona göre cinsellik, insan doğasına ait bir durum olup, bireyin özgürlüğünü simgeleyen önemli bir olgudur. Yalnızca kendi içgüdülerine ve sezgilerine inanan, herhangi bir rotaya, pusulaya ya da rehbere gerek duymadan yaşayan Miller, imgeler ve metaforlarla yarattığı dille tarzını oluştururken, aykırı edebiyat anlayışı ve bohem yaşam tarzıyla “Beat Kuşağı” yazarlarını da etkilemeyi başarır. Edebiyat hayatı boyunca sansür ve müstehcenlikle boğuşmak zorunda kalan Miller’ın romanları 60’lı yılların başında yasaklardan kurtulup özgürlüğüne kavuşur. Hayatına eşlik eden pek çok kadın olsa da 7 Haziran 1980’de, Kaliforniya’da; doğumunda olduğu gibi, yalnız bir şekilde hayata veda eden Henry Miller’ı en iyi ifade eden cümle yine kendisine aittir: “Zamanın dışında doğmuş insanlar vardır. Ülke, gelenek, kast dışı doğmuş insanlar vardır. Tam anlamıyla yalnız değiller ama sürgünler, gönüllü sürgünler. Her zaman romantik de değillerdir; yalnızca ait olmazlar hiçbir yere…”

Cevap Ver

Yorumunuzu giriniz
Adınızı giriniz