İşçi sınıfının karşılaştığı sorunları ve zorlukları eleştirel bir şekilde ele alıp izleyiciye sunmak, politik sinemanın değindiği önemli konulardan biridir. Kapitalizm ve emperyalizmin sömürdüğü emekçilerin yaşantılarının etkileyici bir şekilde sinemaya yansıtılması; ezilen, görmezden gelinen ve unutulan dar gelirli işçi sınıfının yükselen sesine ve havaya kaldırdığı yumruğa destek olmuştur.
İşçi sınıfını ele alan pek çok film olsa da bu tür filmlerin klasiği denince kuşkusuz akla ilk gelen yapım Rus yönetmen Sergei Eisenstein’in Grev / Stachka (1925) filmidir. Haksız yere suçlanan bir fabrika işçisinin intiharıyla başlayan filmde olaylar çığırından çıkar ve engellenmesi mümkün olmayan sel felaketi gibi yıkıcı bir etki yaratır. İşçinin trajik intiharı; greve, baskıya, provokasyona, direnişe ve acımasız bir şiddete dönüşür. İşverenin işçiye uyguladığı baskı, güçlünün güçsüze yaptığı zulmün faşizan bir örneğini sunar.
Grev filminde olduğu gibi derdini sessiz sinema tekniğiyle anlatan bir başka klasik de Charlie Chaplin’in Modern Zamanlar / Modern Times (1936) filmidir. İşçinin toplumdaki yeri, rutin çalışma hayatı, sağlıksız iş koşulları sade ve mizahi biçimde beyaz perdeye aktarılırken, iş kavramının emekçiyi, sistem denilen dişlinin çarkları arasında nasıl çiğnediğini telaşlı ve şaşkın bir karakterin tedirginliği ekseninde görürüz.
1979 yapımı Norma Rae filmiyse siyahilerle beyazların çatışmasının şiddetli olduğu dönemlerin Amerika’sında, Alabama eyaletinde bir tekstil fabrikasında ezilen, sömürülen, acımasız koşullarda çalıştırılan işçilerden biri olan Norma Rae’nin, arkasına sendikanın gücünü alarak işverenlere ve fabrikanın katı kurallarına kafa tutması sonrasında kazanılan hakları tek bir kadının mücadelesiyle ele alıyor. Norma Rae’nin birlik ve beraberlik mesajıyla başlattığı kıvılcımla oluşan iş devrimi bölgedeki ırkçılığın ve ayrımcılığın sonlanmasına da zemin hazırlaması açısından ayrı bir önem teşkil ediyor.
Norma Rae
İş hayatındaki mücadelenin önemli figürü olarak öne çıkan kadın karakterli bir diğer film de Dardanne Kardeşlerin yönettiği 2014 yapımı İki Gün ve Bir Gece / Deux Jours, Une Nuit’dir. İşten çıkarılma durumu çalışma arkadaşlarının vicdanına ve oylamasına kalmış olan evli ve iki çocuk annesi Sandra’nın, kendi çıkarlarını düşünen arkadaşlarını tek tek ikna etmesi için sadece iki günü vardır. Kaybetmenin bazı durumlarda kazanmaktan daha anlamlı olduğunun altı çizilirken, iş yaşantısındaki zorluklara, çıkar savaşlarına ve dayanışmanın önemine vurgu yapan film izleyenlere empati ve vicdan muhasebesi yaptırmayı da ihmal etmiyor.
1997 yapımı Anadan Doğma / Full Monty filmi, işsizlik konusuna mizahi açıdan bakması nedeniyle farklılık yaratıyor. İngiltere’nin kriz döneminde işsiz kalan ve yeni bir iş bulma konusunda sıkıntı çeken bir grup arkadaşın para kazanmak için striptizciliğe soyunmaları anlatılıyor. Temel ihtiyaçlarını karşılayabilmek için utanmadan kendi şovlarını sergilemeye başlayan bir grup arkadaşın trajik hâllerini ele alan film, aynı zamanda “AFI” (American Film Institute) tarafından seçilen “insana kendini iyi hissettiren 20 film”den biri olma özelliğine de sahip.
Anadan Doğma / Full Monty Üzgünüz Size Ulaşamadık / Sorry We Missed You
Sosyalizmin ruhunu ve vicdanını beyaz perdeye yansıtarak yoksulluğu, ezilenleri, sömürülenleri ve işçi sınıfını kuşkusuz en iyi anlatan yönetmendir Ken Loach. 2019 yapımı Üzgünüz Size Ulaşamadık / Sorry We Missed You filminde ekonomik kriz sonrasında bir ailenin iş yaşantısına doğrultuyor kadrajını. Çalışmaktan başka çaresi olmayıp, zor çalışma koşullarına karşı ayakta kalmaya çalışan evli ve çocuklu bir çiftin mücadelesini yalın ve etkili bir anlatım biçimiyle izleyiciye sunuyor İngiliz yönetmen. Zorlayıcı, yıpratıcı mesailerin bireyden yola çıkarak aile fertlerini nasıl çürüttüğünü ve aile kavramına ne derece olumsuz etki ettiğini görüyoruz.
Ken Loach’un işçi sınıfının sorunlarını ve haklarını ele aldığı bir diğer filmi de Ben, Daniel Blake / I, Daniel Blake’tir (2016) Özel sektörde işverenle yaşanan sorunların aksine bu defa işçinin hukuksal açıdan devletle karşı karşıya geldiğini görürüz. Geçirdiği kalp krizi sonrası mesleğini bırakmak zorunda kalan Daniel Blake’in, işsizlik maaşı alabilmek için devletin uyguladığı anlamsız prosedürler ve bürokratik saçmalıklarla mücadelesine tanık oluruz. “Sosyal devlet” tanımının sadece etiketten ibaret olduğunu, devletin kendi vatandaşının haklarını bile göz ardı ettiğini 59 yaşındaki marangoz ustası Daniel Blake’in haklı ve onurlu mücadelesiyle bir kez daha hatırlamış oluruz.
Ben, Daniel Blake / I, Daniel Blake Güneşli Pazartesiler / Los Lunes Al Sol
İspanyol yapımı Güneşli Pazartesiler / Los Lunes Al Sol (2002) filmiyse işsizliğin bireyde yarattığı ruhsal boşluğun beyaz perdeye en doğal şekilde yansıtılmış hâlidir. Liman işçisiyken, adaletsiz düzen karşısında sergiledikleri tutum sebebiyle işsiz kalmış yedi erkeğin, bu tekinsiz boşlukta umutsuzluğun ve acımasız gerçekliğin insan psikolojisinde yarattığı yıkımı abartıdan, duygu sömürüsünden ve herhangi bir mesaj kaygısından uzak, tüm çıplaklığıyla ele alması filmi gündelik yaşam kadar gerçekçi kılıyor. Film, Javier Bardem’in canlandırdığı “Santa” isimli karakterin oğluna “Cırcır Böceği ve Karınca” masalını okurken verdiği tepkiyle, cırcır böceğinin tembel ve aylak olmayı özgür iradesiyle seçmediğini, o şekilde var olmasının kendisine dayatıldığını savunur. Aslında Santa’nın, cırcır böceğinin masaldaki çaresizlik ve yoksulluk hâlini içinde bulundukları zor durumla özdeşleştirerek eleştiri yapması, ellerinden bir şey gelmeyen Santa ve arkadaşlarının haksız olmadıklarının ve ne kadar masum olduklarının masalsı kanıtıdır.
Dünyanın neresinde olursa olsun, alın terinin kutsal sayılması gerektiğini savunan daha nice önemli filmler vardır. İşçinin özverisini ve emeğin önemini göz ardı eden çağımızın aç gözlü sistemi kapitalizmin kötü niyetini açığa çıkaran en güzel diyalog yine Güneşli Pazartesiler filminden:
– Dostum, çok kötü bir şey fark ettim. Bize komünizmle ilgili anlatılan her şey yalanmış.
– Ben daha kötüsünü fark ettim. Bize kapitalizmle ilgili anlatılan her şey doğruymuş.