7 Mart 2022 Pazar sabahı Twitter’a girenler trend topic’te şöyle bir başlıkla karşılaştı: “Queretaro-Atlas”. Başlığa tıklayanların gördükleri ise tam anlamıyla kan dondurucuydu. Kalabalık gruplar hâlinde rakip taraftarlara saldıranlar, yerde kanlar içinde yatan cansız bedenler ve daha birçok rahatsız edici görüntü. Yaşanan olaylarda 17 kişinin öldüğü, yüzlerce kişinin de yaralandığı haberleri ise resmi kaynaklar tarafından değil, olayı takip eden gazeteciler tarafından duyurulduğunda akıllara gelen sorulardan birisi şuydu: Sıradan bir günde, sıradan bir maçı izlemeye giden insanların bazılarının katil, bazılarının maktul olmasına sebep olan sadece futbol müsabakası mıydı yoksa olayın kökleri çok daha derinlerde miydi?
Queretaro-Atlas maçındaki şiddet olayları spor tarihinde ilk kez yaşanmıyordu. Özellikle Latin Amerika ülkelerinde sıklıkla şiddet olayları yaşanmasına rağmen Meksika’da kaydedilen görüntüler sıradan taraftar çatışmalarının çok ötesindeydi. Meksika halkı, uzun yıllardır yolsuzluğun, uyuşturucu kartellerinin ve fakirliğin gölgesinde yaşam mücadelesi veriyordu ve Covid19’un sebep olduğu ekonomik sorunlar da eklenince öfke patlaması için sadece bir kıvılcıma ihtiyaç kalmıştı. O kıvılcım, maçın 57. dakikasında yangına dönüştü ve olaylar başladı.
Büyük kalabalıkların bir araya geldiği spor etkinlikleri, tarih boyunca, vahşetle sonuçlanan birçok olaya sahne oldu. Queretaro – Atlas maçındakine benzeyen ölümlü saha ve seyirci olayları Antik Çağlardan bu yana yaşanmaya devam etti; bu olayların ortak noktası ise Meksika’da olduğu gibi, sporun dışında toplumsal, ekonomik, etnik veya politik başka sebeplerin rol oynamasıydı. M.Ö 532’de gerçekleşen Nika İsyanı’nı spor temelli ilk şiddet olayı olarak kabul edersek günümüze kadar birçok toplumsal sorun, spor müsabakalarının şiddet olaylarına sahne olmasıyla sonuçlanmıştır. Döneminin zengin ve güçlü devleti Bizans’ta, toplumunun en büyük eğlencesi at yarışlarıydı. At yarışlarının en büyük takımları olan Maviler ve Yeşiller, İmparator I. Jüstinyen’den duydukları rahatsızlık sebebiyle Bizans tarihinin en büyük isyanlarından birini çıkardılar ve korkunç sonuçlarla yüzleştiler. I. Jüstinyen’i tahttan indirilme tehlikesiyle karşı karşıya getiren isyanın sonucunda 30.000 kişinin öldüğü, şehrin yarısının yandığı ve Ayasofya’nın büyük zarar gördüğü, dönemin kaynaklarında yer alıyor. Bu büyük yıkımın sebebi spordan çok, yüksek vergiler yüzünden İmparator’dan duyulan rahatsızlıktı. Nika İsyanı’nda da olduğu gibi, sahalarda görülen şiddet olaylarının altında benzer sebepler yatıyordu: yoksulluk, adaletsizlik ve bunlardan kaynaklanan öfke.
Sporda şiddetin daha yakın tarihlerdeki örneklerinin, modern sporların temelinin atıldığı Britanya’da görülmesi de tesadüf değildir. 1800’lü yılların sonunda zor zamanlar geçiren işçi sınıfı kendisini futbolla özdeşleştirmişti. Çalışma şartları kötü, yaşam standartları çok düşük olan futbol seyircileri sık sık tribün ve saha olayları çıkmasına sebep oluyordu. Bu yüzden futbol birçok ülke yönetimi tarafından hoş karşılanmamış, çok sayıda insanın bir araya gelmesi iktidarları rahatsız etmiştir. Devletler yeni kurulan futbol takımlarını kontrol altında tutmaya çalışmışlardır. İngiltere, futbolun icadından sonra ikinci şiddet sorununu Thatcher döneminde işçi sınıfının refah seviyesinin azalmasıyla yaşamıştır. İşlerini kaybeden İngilizlerin yarattıkları terör ortamı yeni bir kavramın ortaya çıkmasına sebep olmuştur: Holiganizm. Heysel ve Hillsborough facialarında 100’den fazla insanın öldüğü bu dönem, alınan sert önlemlerle aşılmış gibi görünse de aynı dönemde ülkenin refahının artması şiddet olaylarının azalmasında önemli rol oynamıştır.
Spor müsabakalarından kaynaklanan olaylar çatışmalarla sınırlı kalmayıp daha büyük sorunlara da yol açabiliyor. Bunun en dramatik örneklerinden biri, El Salvador ve Honduras arasında yaşanan Futbol Savaşı’dır. Dünya Kupası elemelerinde oynanan maçtan sonra başlayan taraftar çatışmaları, ülkeler arasındaki göçmen kriziyle birleşince tarafların birbirlerine savaş ilan etmesiyle sonuçlandı. Savaş 100 saatten kısa sürede sona erse de tarihteki yerini Futbol Savaşı olarak aldı. İkinci örnek ise çok daha kanlı ve uzun bir savaşa giden yolun ilk adımı olarak kabul edildi. 13 Mayıs 1990 tarihinde Yugoslavya’nın Sırp takımı Kızılyıldız Belgrad ve Hırvat takımı Dinamo Zagreb arasında çıkan kavgada Hırvat futbolcu Boban’ın polise attığı tekme, Sırplar ve Hırvatlar arasındaki gerilimi arttırdı ve ülkedeki çatışmaları hızlandırdı. Yugoslavya İç Savaşının çanlarını çalan kavgadan 1 yıl sonra Sırplarla Hırvatların başlattığı Yugoslavya İç Savaşı, milyonlarca insanın ülkeden göç etmesi ve binlerce insanın hayatını kaybetmesiyle sonuçlandı.
Ülkeler; işsizlik, geçim sıkıntısı, etnik sorunlar gibi nedenlerle sorunlu dönemler yaşarken stadyumlar, binlerce insanın bir araya geldiği, kontrol edilmesi güç ve tehlikeli yerler hâline gelebiliyor. Güvenlik önlemlerinin yetersiz kaldığı durumlarda da Meksika’dakine benzer acı olaylar yaşanması kaçınılmaz hâle geliyor. Ancak bunun tam tersi örnekler de mevcut. Amerika Birleşik Devletleri gibi refah seviyesinin daha yüksek olduğu ülkeler sporu endüstriyel bir eğlence aracına dönüştürerek toplumlarını siyasi olaylardan uzak tutabiliyor. Öte yandan, uzun yıllar ülkelerini diktatörlükle yöneten Portekizli Salazar ve İspanyol Franco’nun 3F, yani fado, fatima (İspanya’da fiesta) ve futbol aracılığıyla toplumlarını pasifize etmeleri de sporun başka bir yönü.
İnsanları spor aracılığıyla etkisizleştirebilmek mümkün gözükebilir ancak ülkenin çoğunluğunu mutsuz ve yoksul insanlar oluşturuyorsa spor etkinlikleri çok farklı sonuçlar doğurmaya müsait hâle gelebiliyor. Spordaki rekabet insanları kutuplaştırsa da kutuplaşmanın şiddet olaylarına dönüşebilmesi için mutlaka başka toplumsal sorunlar tarafından körüklenmesi gerekiyor. Ülkelerin sosyal ve ekonomik sorunları nedeniyle toplumları etkisi altına alan öfke dalgası, küçük bir spor etkinliğini dahi ölümcül olayların yaşandığı çatışma alanına dönüştürebiliyor. Bu noktada, kulüplerin ve basının, zaten var olan gerilimleri tırmandırmayıp, sporun bir ölüm kalım meselesi olmadığına dair toplumu aydınlatması hayati bir önem kazanıyor.