Çağlar öncesine ait inançlarının, günümüzün ders çıkarılacak bir şeyler barındıran ancak inanılması mümkün olmayan anlatısı olmak gibi bir kaderi var. Çoğunlukla yaratılış ve kahramanlık öyküleri ile bezeli olan mitler, yirmi birinci yüzyıl insanları için entelektüel merak malzemesi haline gelmiştir. Ancak kahramanlık destanlarının hep şan şöhret kısımları ilgimizi çeker. Bu tür anlatıların insani yönlerini göz ardı ederiz.
Tanrılar, tanrıçalar ve yarı tanrılarla dolu Yunan mitleri; bu anlamda, okumaktan en çok keyif aldığımız alandır, demek yanlış olmaz. Bu sahada da özellikle gelmiş geçmiş en büyük savaşçılardan biri olarak bilinen Akhilleus özellikle dikkat çeker. Öte yandan ölümsüz olduğuna inanılan Akhilleus’un sıradan insan hâllerini merak etmeyiz. Öyle ya, kan ve gözyaşı dolu bir savaş anlatısı okumak, böyle yüce bir savaşçının akşam yemeğinde ne yediğini okumaktan daha ilgi çekicidir. Ancak Madeline Miller bu konuda bambaşka düşünüyor. Romanlarında ele aldığı mitolojik karakterlerin, sizin benim gibi salt insan olarak görülmesini isteyen yazar, Akhilleus’un Şarkısı adlı eserinde düşmanlarına korku salan bir kahramanı farklı bir bakış açısı ile anlatmış. Bunu yaparken de Patroklos adındaki sürgün bir prens olarak tanıdığımız sevgilisini anlatıcı konumuna yerleştirmiş.
Kitaba, ülkesinin prensi olarak doğmak şansına erişen Patroklos’un dünyaya gelişi ve babasının uğradığı hayal kırıklığını anlatmasıyla giriş yapıyoruz. Baba üzgündür zira oğlu asla heybetli bir savaşçı, adından korkulan bir kral olamayacaktır. Sporda, kılıç taliminde, müzikte yani akla gelecek hemen her şeyde başarısız olan oğlunu sürgüne yollayıp, öldü bilmek tek çare gibi görünür. Ailesine ve çevresine karşı içinde biriken öfkeye rağmen bu gidişe dur diyecek cesareti kendinde bulamayan Patroklos, hayatına dost bir ülkede devam eder. Yaşadığı her güne lanet ederek umutsuz bir vaka hâline gelmek üzereyken şans yüzüne güler. Ülkenin prensi Akhilleus ile tanışır ve onunla arkadaş olma mucizesine kavuşur. Zira yarı tanrı olarak doğan Akhilleus, “Aristos Achion” yani Yunanlıların en güçlüsü olarak tarihe adını çoktan yazdırmıştır.

İki prensin arasındaki dostluk, çocuk sayılacak yaştan ergenliğe, oradan da savaş alanına kadar varır. Ancak Patroklos ve Akhilleus’un birbirinin arkasını kollayan iki arkadaş yerine iki sevgili olması, hikâyenin bir diğer katmanı olarak okura sunulur. Her fırsatta birbirlerine sevgi sözcükleri fısıldayan, kendilerinden başka kimseyi umursamayan âşıklar, ne savaş ne de tanrılara boyun eğmek isterler. Onlar sadece baş başa kalmak, suya girip yüzmek, çocukça oyunlar oynamak ve dünyanın tadını çıkarmayı hayal ederler. Lakin hayallerinin önünde çok büyük iki engel vardır: Akhilleus’un tanrıça olan annesi Thetis ve on yıllarca yıl sürecek Truva Savaşı’nın sebebi Helene.
Kahramanlık peşinde koşan bir karakteri insani yanlarıyla ele alma fikrini beğendiğimi söyleyebilirim. Söz konusu isim mitolojik anlatıların en güçlü figürlerinden biri olan Akhilleus olunca bu iş iki kat zorlaşıyor denebilir. Sadece sol ayak tendonundan vurulduğu zaman öldürülebileceği söylenen, adam öldürmek konusunda çok başarılı bir savaşçı… Peki ama Akhilleus’un duygusal hayatı nasıl olurdu? Bütün bu hengamede bir sevgiliye ne kadar ve nasıl kıymet verirdi? Madeline Miller, bu sorunun cevabını bize Patroklos karakteri ile veriyor. Eril bir kargaşa olan savaş günlerinde Akhilleus, duygusal desteği bir kadından değil, bir erkekten görüyor; alıştığımız şanlı savaşçı tavırlarının ötesinde bir yaklaşım. Söz konusu eşcinsel ilişki, savaş ortamı göz önüne alınınca anlaşılabilir duruyor. Zira bütün gün kılıç ve mızrak sallayan kaslı bedenlerin, eğer sağ kalırlarsa aynı gece birbirlerinin çadırını ziyaret etmeleri hiç de mantıksız değil. Kadının savaşta yerinin olmadığını göğsünü şişire şişire söyleyen heybetli savaşçılar birbirlerinin göğsünde geceliyor. Her türlü geleneksel düşünceye aykırı gözükse de özellikle cephe savaşlarında eşcinsel ilişki kabul edilebilir olduğu kadar kaçınılmaz da bir hadise. Ne de olsa savaşmak için silaha olduğu kadar morale de ihtiyaç var.
Eserin özellikle ilk bölümlerinde, sıradan insan yaşantısı ile yarı tanrı anlatma çabasının tökezlediği yerler göze çarpıyor. Özellikle Akhilleus’un eğitim için gittiği dağ başında geçen süre boyunca eğitim hariç her şeyi okuyoruz. Merak ettiğim şey, nasıl silah kullanmayı ya da lir çalmayı öğrendiği değil, Akhilleus karakterinin gelişiminde bu sürecin ne denli etkili olduğu. Patroklos’la geçirdikleri eğitim kampı boyunca ilişkilerinin daha da güçlendiğinden başka bir çıkarım yapamıyoruz.

Romanda kişilerin ötesinde, olaylara baktığımız zaman dikkat çeken şeyin, kadınların bu olaylar üzerindeki etkileri olduğunu söyleyebiliriz. Truva Savaşı, Helene adlı bir kadının kocasını terk etmesi ile başlıyor. Binlerce insan bu sebeple ülkelerini terk edip, gemilerle Truva sahillerine doğru yola çıkıyor. Savaş, bir kadının duygularının peşinde giderek “kocasının şerefine leke sürmesi” ile patlak veriyor. Bununla birlikte, savaşın belki de en önemli anında Briseis adlı bir kadın kölenin sahneye çıktığını görüyoruz. Akhilleus ve Yunan ordusu komutanı kral Agamenon, Briseis nedeniyle anlaşmazlığa düşüyor. Biri savaşın sebebi, diğeri ise sonucu olarak ortaya çıkan iki kadının rolü, savaşın erkek dünyasında, elde edilecek bir “ödül” olmaktan öteye geçemiyor.
Hikâye boyunca sık sık karşımıza çıkan bir diğer karakter de Akhilleus’un annesi tanrıça Thetis. Statü olarak Zeus ve Olimpos’un diğer tanrılarından aşağıda olsa da o bir tanrıça. Sıradan insanların kalbine korku salıyor. Ortaya çıktığı yerde insanlar başını eğip olacaklara boyun eğiyor. O ise sadece oğlunu korumak istiyor. Tek arzusu kehanetin gerçekleşmemesi ve yarı tanrı olan çocuğunun gerçek bir tanrı olarak kabul görmesi ve kahramanlığının nesiller boyu anılması. İlkel dediğimiz ama kendine ait kültürü olan bir toplumda kabul gören erkek, savaşmayı bilen erkek demek. Thetis bu nedenle Patroklos’a en başından beri acımasız davranıyor. Oğlunun ismine leke sürmesinden korkuyor. Tanrıça dahi olsa geleneksel annelik rolü, yani çocuğunun istikbaline düşecek gölgeleri geride tutma isteği de burada göze çarpıyor.
Akhilleus’un Şarkısı, metin olarak hem rahat okunuyor hem de sağlamaya çalıştığı duygusal atmosferi okura aktarmayı başarıyor. Kitap bitip kütüphanenizdeki yerini aldığı zaman iki âşık için üzülüyorsunuz. Truva Savaşı için üzülüyorsunuz. Dökülen kanlar ve tanrıların şafağında insan olmanın acizliğine üzülüyorsunuz. Ama en çok Patroklos’un tarih sahnesinden silinişine üzülüyorsunuz.
Troy muhteşem bir operadır helen çok güzel işlenmiş konu geçişleri büyüleyici atmosferi ile izleyicinin içine işler..
Anlatımınız içinde aynı fikirdeyim sıkılmadan okudum okurken hayal ettim en kısa zamanda eseri edinip okumak istiyorum yüreğinize kaleminize sağlık