Akıllara kazınan dizelerinde kaybolduğumuz isimlerden Behçet Necatigil’in dizelerinde, mısralarında büyümek, onun kızı olmak…Yazar bir baba, edebiyat öğretmeni bir anne, kitap kokulu bir ev… Yarım kalan pek çok şey vardı baba ve kızı arasında. Babasına dair yaşantılarını edebiyatın iyileştirici gücüyle satırlara döktüğü ilk kitabıyla tamamladı belki de yarım kalanları.
Ayşe Sarısayın, babasının yolunda, çevirmen kimliğine eklenen edebiyatçı kimliğiyle sürdürdüğü edebiyat macerasını en saf hâliyle bizlerle paylaştı.
Behçet Necatigil gibi edebiyatımızın en önemli isimlerinden birinin kızı olmak sizi nasıl etkiledi, nasıl bir baba çocuk ilişkiniz vardı?
Babamı en çok odasında, masasının başında çalışırken hatırlıyorum; bir de ona eşlik eden daktilo sesini. Çocukluğumdaki bu görüntü sonraki yıllarda da hiç değişmedi. Evdeki zamanının çoğunu çalışarak geçirdiği için birlikte olduğumuz vakitler sınırlıydı; en çok akşam yemeklerinde bir araya gelirdik. Yemek yerken kendi yarattığı bir masal kahramanının, “Cimbil” adında bir farenin serüvenlerini anlatırdı bana. Daha öncesinde, ablama da anlattığı bir masal varmış: “Sarman Kedinin Serüvenleri”. Kendi çocukluğu kimi yokluklarla ve hastalıklarla geçtiği için ablama da bana da düşkündü; beslenmemize, sağlığımıza çok dikkat eder, en sıradan hastalıklarımızda bile tedirgin olurdu. Çok yakın temasımız yoktu belki ama güvenli bir ortamda, sevildiğimizi, kollandığımızı hissederek büyüdük.
Behçet Necatigil bir baba olmanın yanında nasıl bir insandı?
Sessiz, sakin, çekingen bir insandı babam. Sesini hiç yükseltmezdi. Yaptığı işe ve çevresine saygısı vardı, her türlü emeğe büyük saygı duyardı. Sorumluluk duygusu çok gelişmişti. Eşitlik, adalet, vefa, merhamet gibi kavramlara daha çocuk yaştayken, farkına varmadan yaklaşabilmemde büyük katkısı olmuştur.
Biz onu yazdıkları ile tanıyabildik, keşfedebildik. Ama keşfedilmesi gereken, bilinmeyen ne gibi özellikleri vardı?
Necatigil’in şiirleriyle ve poetikasıyla ilgili keşifler; bu alanda çalışanların, eleştirmenlerin ve araştırmacıların işi. Ben sadece Necatigil’in şair/edebiyatçı kimliğiyle baba kimliğinin birbirinden pek farklı olmadığını söyleyebilirim. Her durumda aynı özellikler: içe dönük bir yapı, kendi yolunda yürüyen yüksek sesli haykırışlar; isyanlar yerine dolaylı anlatımları ima edip geriye çekilerek beklemeyi yeğleyen bir şair, baba ve eş… Ev işlerinde anneme yardımcı olur, hiçbir işi yüksünmezdi. Evin, ailenin, kısacası hayatın yükünü paylaşmaya, kimseye yük olmamaya çalıştı hep. Çocuksu bir yönü de vardı. Bizimle çizgi film izlemeyi çok sever, hatta çizgi romanları bir an önce okumak için bizimle yarışırdı bazen.
Behçet Necatigil’in yaşamınızdaki kararları vermeniz noktasında size ne gibi katkıları oldu?
Az önce de değindiğim gibi pek çok şeyi çocukluk evimde, farkında olmadan öğrendim. Bunu ancak çok sonraları görebildim tabii; ne kadar değerli olduğunu zaman geçtikçe, yaşadıkça anladım. Babamı kaybettiğimde yirmi iki yaşımdaydım, yolun başındaydım henüz. Belli kararları vermemdeki katkılarını örneklemem zor ancak hayata bakışımda ve kimi alışkanlıklarımda babamın etkisi var sanırım. Sorumluluk duygusu, disiplinli çalışma, verilen sözü mutlaka yerine getirme vb…
Behçet Necatigil ile büyümek, edebiyat içinde yetişmek nasıl bir yaşam deneyimi kattı size?
Edebiyatın başrolde olduğu baba evim, kitaplarla çok erken yaşta tanışma fırsatı verdi bana. Teknolojinin bugünkü gibi olmadığı o yıllarda büyük bir şanstı bu. Edebiyat başka dünyalara ulaşabilmenin, bilmediğim hayatlara yaklaşabilmenin tek yoluydu; dünyayı, insanı, hatta kendimi tanımak, konumlandırmak için en önemli araçtı. Hayal edebileceğimden çok daha fazla kitap vardı evimizde. Babamın edebiyatçı dostları, evimize gelip giden yazarlar, şairler –ki aralarında kitaplarını okuduğum, hayran olduğum isimler de vardı-, kulak misafiri olduğum konuşmalar, edebiyat tartışmaları da bir tür eğitim niteliğindeydi. Babam ise söylediklerinden çok yazdıklarıyla, dünya görüşüyle ve duruşuyla dolaylı olarak etkiledi beni.
2001 yılında yazdığınız Çok Şey Yarım Hâlâ adlı ilk kitabınızda babanızı anlattınız. Belki bu bir vefaydı, belki yarım kalan bir hikâye. Neler anlattınız o kitapta?
Edebiyata çok yakın olsam da yolumu farklı bir alanda çizmiştim. Kimya mühendisliği okudum, ardından da işletme. Kendimi bildim bileli kitaplarla aram çok iyiydi ama 2001 yılına dek yazarlığı aklımdan bile geçirmemiştim. Babamın ölümünden yaklaşık yirmi yıl sonra, biraz da annemin ısrarlarıyla yazmaya başladım bu kitabı. Annem “evler şairi” olarak tanınan Necatigil’in ev hallerinin yazılması gerektiğine inanıyordu; haklıydı da. Babamın kitaplarını, hakkında yazılanları tekrar tekrar okudum, hayli zengin olan arşivinden yararlandım. Benim hatırladıklarımın, ortak anılarımızın çevresinde; Necatigil şiirleriyle örülü, biyografik özelliği de olan bir anlatı çıktı ortaya. Yazma sürecinde babamı yeniden tanıdım, onunla yıllar sonra tekrar buluşmuş gibi oldum adeta. Yarım kalan bir baba kız ilişkisini de bu yoldan tamamlamak istedim belki…
Bu ilk kitabın ardından öyküler geldi, sonrasında ise farklı türlerde başka kitaplar, Almancadan çeviriler… Bu süreç nasıl gelişti?
Çok Şey Yarım Hâlâ’yı yazarken geçmişe dönmek, unuttuğumu sandığım silik anları, sisli puslu anıları da canlandırdı. Soluk görüntüler, geçmişte kalmış sesler, renkler, kokular yazdığım ilk öykülerin temelini oluşturdu. Bu öykülerin yayımlanması, az çok ilgi görmesi de bir ivme sağladı kuşkusuz. Devamı ise rastlantılarla gelişti. Gelen önerilerle başka türlere de yöneldim: Erdal Öz biyografisi, uzun yıllar yaşadığım Beşiktaş’a dair otobiyografik bir semt anlatısı, roman, çocuk kitapları, Selim İleri’yle yaptığımız nehir söyleşi, genç yaşta kaybettiğimiz bir dostumuzun yaşamına yönelik bir anlatı, yanı sıra fırsat buldukça Almancadan çeviriler…
Yazarlığa adım atarken, edebiyatın içinde olmanın verdiği avantajlar nelerdi, edebiyatın içerisinde olmasaydınız da yine kariyer yaşamınızı edebiyat ile iç içe olarak mı kurgulardınız?
Edebiyatın içinde olmamın en büyük avantajı, yıllar içinde oluşan okuma birikimiydi bence. İlk kitabın yazım sürecinde, babamın en yakın dostu Kâmuran Şipal’in dosyamı okuması, beni yüreklendirmesi de çok önemliydi. Bu kitap olmasaydı, kariyerim eğitimini aldığım ve çalıştığım alanda, yani edebiyatın dışında devam ederdi büyük olasılıkla. Okumaktan asla vazgeçmezdim tabii, o ayrı.
Çocuk edebiyatına nasıl başladınız, sizi bu konuda yazmaya iten ne oldu?
Çocuk edebiyatına girişim de rastlantısal oldu. Oğlumun ısrarları sonucunda aramıza katılan ve on dört yılımızı birlikte geçirdiğimiz kedimiz ölünce boşlukta kaldık. Yaşamımızın en yakın, sessiz ve dilsiz tanığından geride kalanları, kedi dahil dört kişilik bir ailenin gözünden hikâyeleştirerek, bizi çok mutlu etmiş olan Çamur kediye gönül borcumuzu ödemek istedim. Ardından başka kitaplar geldi.
Kedimin Adı Çamur kitabını kedinizden esinlenerek yazmışsınız. Genellikle nelerden ilham alırsınız? Sizi yazma noktasında neler teşvik eder?
Genelde yaşanmışlıklardan yola çıktığımı söyleyebilirim. Gözlemler, tanıklıklar, derinden etkilenmeler, yoğunlaşan duygular birikip belli bir noktaya geldiğinde yazma isteği yaratıyor. Bazen küçücük bir olay, kısacık bir an yetiyor başlamak için. Anlatacağım hikâyenin temeli böyle oluşuyor, sonrası uzun bir çalışma, kurgu, dil işçiliği…
Son romanınız Martılarımın Adları Tahir ve Zühre’nin konusu nasıl ortaya çıktı? Aslında siz hayvanlardan doğadan etkileniyor, çocuklara bu sevgiyi kitaplarınızla büyük oranda aşılıyorsunuz.
Martılarıyla ünlü bir kentte, İstanbul’da yaşıyorum; son on yıldır da ağırlıklı olarak Heybeliada’dayım. Ana karada yaşarken ancak uzaktan gördüğüm martıların bilmediğim özelliklerini, yaşam ritüellerini adada öğrendim. Evimizin çatı terasında her yıl yuva yapıp yavrulayan bir martı çiftinden esinlenerek yazdım bu kitabı. Doğayı, hayvanları önemsiyorum, hepimizin önemsemesi gerektiğine inanıyorum. Bu kitapta da çocuklara doğa ve hayvan sevgisi aşılamaya, çevre bilincinin oluşmasına kendimce katkıda bulunmaya çalıştım. Bu dünya sadece bizim değil, hepimizin. Doğayı fazlasıyla hırpaladık, neredeyse yok ettik. Yaşanabilir bir dünya için bu talana son verilmesi gerekiyor, umudumuz genç kuşaklarda.
Çocuk edebiyatı yazarı olmak… Bu konu çok kıymetli ve bir çocuğun yaşamı boyunca bakış açısını etkileyebilecek önemli bir nokta. Çocuklara yönelik karakterler yaratırken nelere dikkat ediyorsunuz ve nelere dikkat edilmesini öneriyorsunuz?
Çocuğun kişilik özelliklerinin yanı sıra dünya görüşü de erken yaşta şekillenmeye başlıyor. Çocuk edebiyatı bu açıdan çok önemli, yazarların sorumluluğu çok büyük. Çocuklar için yazdığım kitaplarda kedi, köpek, martı gibi karakterler yaratırken; bu hayvanların temel özelliklerini, yaşam tarzlarını mümkün olduğunca gerçeğe uygun yansıtarak farklılıklara dikkat çekmeye çalışıyorum. Çünkü farklılıkları kabullenip benimsediğimiz ölçüde hayatımız renkleniyor, zenginleşiyor. Bu mesajın yanı sıra insan türünün iyi ve kötü yönlerini bu karakterler yardımıyla görünür kılmayı, tuhaflıklara dikkat çekmeyi de hedefliyorum. Her yazarın tarzı, yolu aynı değil kuşkusuz ancak bazı temel kriterler var ki her yazar için geçerli. Çocukları onların ruh dünyalarını zedelemeyen, hayal dünyalarını zenginleştiren, şiddete yöneltmeyen; eşitlik, adalet, özgürlük gibi temel kavramlara yaklaştıran; herhangi bir ideolojiye ya da inanca yönelik olarak beyinlerini yıkamayan kitaplarla buluşturmalıyız. Yaş grubuna uygun dil ve anlatım, uygun resimlendirme vb. özellikler de önemli tabii.
Yazmayı seven ve edebiyatla bir ömür geçirmek isteyenlere neler tavsiye edersiniz?
Tek tavsiyem bol bol okumaları, güncel olanla yetinmeyip geçmişe de yönelmeleri. Gerek ülke gerek dünya edebiyatının iyi örneklerini okumak, yazmaya açılacak yolun başlangıcı, olmazsa olmazı. Bir de acele etmemelerini, yazdıklarını bir süre bekletip tekrar tekrar okumalarını, kendilerine eleştirel gözle bakmalarını önerebilirim. Aradan zaman geçip metne yabancılaşınca olası hataları görmek çok daha kolay oluyor.