Yaşama dahil olmak, pek çok sanat disiplininin birincil önceliğidir. Kural değildir fakat mutlaka mevcut yaşama bir köşesinden dokunur, iz bırakır. Tiyatro sanatı da aynı dokunuşun ardında oyunlar, oyuncular, yazarlar, karakterler, dekorcu, kostümcü ve ışıkçılar eşliğinde üretime devam etmektedir. Kapıdaki bilet göstericisi de bu üretime dahildir. Eksiksiz ve hep birlikte tiyatro böyle bir şeydir.
Geçtiğimiz aylarda Arketip Kitap tarafından yayımlanan “Toplu Oyunlar I” kitabının yazarı Oktay Emre’yle birlikte, yaşamın içinden çıkan ve tekrar yaşama dönmek için çabalayan insanın meselesini oyunlar üzerinden konuştuk.
Tiyatroyu yazı ve eylem olarak iki süreç üzerinden ele alacak olursak, metinden sahneye geçişin sanattaki karşılığını nasıl yorumlarız? Oyunu kitaptan okumakla sahnedeki oyuncudan duymak/görmek bize ya da sanata ne gibi yararlar sağlar? Ya da yarar sağlamak zorunda mıdır?
Tiyatroyu yazı ve eylem olarak iki ayrı sürece ayırmak bir oyun yazarı için biraz zor olsa gerek; en azından benim için öyle. Çünkü zihinsel bir tasarım olarak ortaya çıkan kurgu ve ona içkin olan biçimsel yapı oluşmaya başladığı andan itibaren oyun, yazarının zihnindeki sahneye çıkmıştır. Dolayısıyla süreç senin dediğin gibi bir yandan geçişken, öte yandan iç içe geçmişliğiyle bütünseldir. Örneğin okuyucuya ulaşmış olan oyunlarım dahi yazım aşamasını bitirmiş, sahnelenmeyi bekleyen oyunlar değil, sahnelenmeyecek bile olsalar çoktan hem benim hem de okuyucusunun zihninde sahneye çıkmış oyunlardır. Bu oyunlar herhangi bir kimseye veya sanata yarar sağlar mı, gerçekten bilmiyorum; öte yandan sanatın da insanlara bir yararı olduğundan emin değilim. Öyle olsaydı belki de Sofokles’ten günümüze dünya ve insan birçok sorununu çözmüş olurdu.
Somut bir sahneye geçişten bahsediyorum aslında. Seyircinin, ışıkların ve insanın söz konusu geçiş sırasındaki durumu… Her iki oyunu da sahnede izlesem gerginlik hissederdim örneğin.
Evet, açıkçası her iki oyunun damarında gerginlik olduğunu ben de hep hissetmişimdir ama bunu bir sözcüğe sığdıramamıştım. Bu gerginliğin bir okuma üzerinden geçmesine sevindim. Bu gerginliğin nedeni, hem tekinsiz mekanlar hem de çatışma unsurlarının zedelenen insan idesi üzerine kurulmuş olması, olmalı. Zira Ekmek, Adalet ve Sirk oyunu Perdesiz Performans’ta sahneye hazırlanırken sahnenin tüm bileşenleri bu gerginlik üzerine inşa edilmişti. İyi de olmuştu.
Ekmek, Adalet ve Sirk, zor olduğu kadar hayal gücünü besleyen bir dinamiğe de sahip. Okuru içine almayan bir yoğunluğu var. Muhtemelen seyirciyi de içine almayacak. Elbette böyle bir zorunluluk söz konusu değil fakat ışıklar sönünce ya da kitap kapanınca bize kalmasını istediğiniz pay tam olarak nedir?
Bu oyun, malzemesini dramın kriz anlarını geçiştirebilmiş ve klasikleşmiş oyunlardan, onların karakterlerinden, Marquez’in Macondosundan, Balkan Dramlarındaki ölüm-yaşam ironisinden ve daha birçok alandan almıştır. Brechtyen dokusundan dolayı okuru ve seyirciyi içine almasına engel olacak kimi setleri barındırdığı doğru ama tartışmaya açtığı konulardan insanlığın kaçması mümkün değil. Sayfalar sona erdiğinde okura veya ışıklar sönüp de oyun bittiğinde seyirciye kalmasını istediğim tek şey tartışmanın zihinlerde sürmesidir. Bu dinamiğin çok güçlü olduğunu ve oyunları besleyen ana damarın bu tartışmalar olduğu kanaatindeyim.
Bu konuyu özellikle konuşmak isterim. Zavallı Oyun Kişileri neden klasikleşmiş metinlerden çıkıp sizin oyununuzda söz sahibi oldular?
Bunun net bir cevabı yok ama o karakterler belli ki bu oyunun birer bileşeni olarak kendilerine yeni bir yer edinmek istediler.
Oyun karakterlerinden Wang, seyirciye dönerek “Richard insanlığın onurudur!” diye bağırıyor ve onlardan da aynı şekilde bağırmalarını istiyor. Bu onun inandığı gerçeklerden biri. Neden bağırmayı tercih ediyor? Sesin ezici gücünü bildiği için mi yoksa başka bir sebebi var mı?
İnsanlığın onuru açlıktan köpekleşmiş Wang için elbette Richard’dır. Çünkü onu yemiş, onun eti sayesinde açlığını bir süre de olsa bastırabilmiştir. Richard, ne Shakespeare’in oyununda ne de bu oyunda hiçbir erdeme sahip değildir. Ne ondan önce ne de sonra Macondo’da hiçbir şey de değişmemiştir üstelik. İnsanlığın onuru da biraz böyle değil midir? O yüzden duvarlara “A-B-C insanlığın onurudur” diye yazılsa da olur, A-B-C yerine Richard yazılsa da olur.
İnsanlık” ve “onur” gerçekten tanımlanabilir mi? Ya da biri diğerine ait olmak zorunda mıdır?
Oyunun finali bu soruyu bir nebze olsun yanıtlıyor sanki.
Final üzerinden düşünürsek pek çok yorum ortaya çıkabilir. Tatmin sınırlarını zorlayan bir okur için oldukça yoğun bir alan çünkü. Ne dersiniz?
Tabii. Hem oyun mekanları hem de karakterler, daha önce hayat buldukları metinlerde anlamlar üretirken, bu oyunlarda da anlamlar üretiyorlar. Dolayısıyla kendi öz niteliklerine ek olarak bu oyunlarda kendilerine yeni anlamlar eklemleniyor. İnsanların ürettiği anlamlar yine insanlar tarafından lağvediliyor. Bir oyunda tanrılar iyi insanı ararken, bir diğer oyunda bizler kötü insanlar değiliz, diyen karakterler karşımıza çıkıyor. Yani üretilen her bir anlam yine kendi kendisini ortadan kaldırıyor. Geriye sadece bir yığın anlamsızlığın ortasında kalmış sözcükler kalıyor. Gerisi maruz kalana kalıyor.
Mezarlıkta Gece Kuşları ve Ay Işığı oyununda Ölü Adam’ın varlığı yakın tarihin de fotoğrafı aynı zamanda. “Belki çiçekler açar…” dediğiniz yerden bakınca umut ya da umutsuzluk ne durumda görünüyor?
Evet, aslında tüm oyun yakın-uzak tarihimizin bir panoraması ama bu tarih eğer varsa öyle bir tarih, insanlığımızın da tarihi. Oyundaki eylemler bire bir yaşanmış mıdır, bilmiyorum. Kimisi sözlü tarihe, kimisi yazılı tarihe, kimisi de medya aracılığıyla yakın tarihimize yapışmış kötücül şeyler ve bu tarih, yazıcıları tarafından nasıl inşa edilmiş olursa olsun ona inanmak birçok değerin boşa çıkmasıyla sonuçlanıyor. Örneğin, sünnet sahnesi veya mektupların gömüldüğü sahne belki hiç yaşanmamıştır. Bilemem ama onlar birer metafor olarak gerçeğin tam da kendisidirler; delik ayakkabı da öyle. O çiçeklerin varlığı da gerçek değildir ama bir metafor olarak en diri gerçektir; içimizin gerçekliği. O çiçeklerin açma umudu da öyle. Varsın açmasınlar. Ne çıkar? Yüreğimizde o çiçekler çoktan açılıverdi.
“Bizler kötü insanlar değiliz.” cümlesi Mezarlıkta Gece Kuşları ve Ay Işığı ile birlikte kitabı da bitiriyor. İnsan kendi kötülüğünden ya da iyiliğinden nasıl emin olabilir? Gerçekten eminse bunu metinde söylemesinin bir anlamı var mı?
Bazen bir karakterin söylediği hiçbir şeye inanmayız, bazen de inanırız. Ona inanmamızı veya inanmamamızı sağlayan birçok etmen vardır. Bu oyunda ise ben yazar arkadaşları olarak bu karakterlerin söyledikleri şeylere inanmışımdır. Buna karşın karakterler kimi zaman kendilerine inanmamaktadırlar. Onlara inanmak ve inanmamak da karakterlerle kuracağınız ilişkiye bağlı. İnsan çoğu zaman eylemleri ile kötü veya iyi olur. Bu eylemlerin amacına ve sonucuna bakmak gerekir. Bu eylemler yaşamın olanaklarını daraltmış mı, insan idesi zedelenmiş mi, doğaya zarar verilmiş mi, eylem ötekinin varlığı gözetilerek mi yapılmış, maksimlere uygun mu, adil mi, ölçülü mü ve bilgiyle mi yapılmış? Yani bu soru üzerine Platon’dan Kant’a, Nietsche’den Levinas’a birçok filozof kafa yormuştur. Öte yandan kültürel normları oluşturan inançtan yaşam biçimlerine değin birçok etmen de bu sorunun cevaplanmasında belirleyici olmuştur. Eğer metin kendisini inşa ederken bu soruyu metne organik bir şekilde davet etmişse elbette bir anlamı var. Hatta ürettiği anlamlar itibariyle metnin omurgasını dahi oluşturabilir ama buna karşın metni angaje sanat nesnesine dönüştürecekse o metni okumaya gerek bile olmayabilir. Kültürel inşa ve onun sonuçları ortada. Bir de onun için sanatı araçsallaştırmaya sanırım artık hiç mi hiç lüzum yok.
Pandemiyle bilikte pek çok alanda olduğu gibi tiyatro alanında da büyük sorunlar ortaya çıktı. Perdeler kapandı ve yeni arayışlar başladı. Son dönemde çevrim içi gösterimler söz konusu. Tiyatronun bu süreçte geçirdiği değişimle önümüzdeki yıllardaki durumu hakkında bir oyun yazarı olarak düşünceleriniz nelerdir?
Bu süreçten, öyle sanıyorum ki olumlu veya olumsuz etkilenmeyen hiç kimse kalmadı. Tabii tiyatrolarımız da diğer sanat dallarında olduğu gibi bu süreçten payını aldı; belki de en büyüğünü. Bu süreçle birlikte ortaya çıkan değişim de devam ediyor. Bunun sonuçlarını hep birlikte göreceğiz. Önümüzdeki yıllardan buraya bakmak nasıl olurdu bilemiyorum ama öyle sanıyorum ki hem devlet kültür politikalarını hem de tiyatrolarımız ekonomi politikalarını gözden geçirmeliler.