ERLEND LOE ROMANLARINDA SAKİNLİĞİN İHTİŞAMI

Norveç edebiyatının en önemli yazarları arasında gösterilen ve kitapları Dilek Başak çevirisiyle Türkçeye kazandırılan Erlend Loe, son birkaç yılın dikkatleri üzerine toplayan yazarları arasında farklı bir yere sahip. Doppler, Bildiğimiz Dünyanın Sonu, Naif. Süper ve Kadının Fendi yazarın dilimizde yayımlanan romanları. Kitaplarındaki hikâyelerin birbirini tamamladığı durumlar, ilk bakışta onu ayrı bir yere koymamız için yeterli gibi görünse de geri planda işleyen yapı, yazının devamında bahsedecek olduğum sakinliğin ihtişamından güç alarak ilerliyor ve insanlardaki başa dönme istediğini diri tutuyor.

Yaşam, kişisel idealler üzerinden ilerleyen bir bütün olarak ele alınabilir. Planlar, yatırımlar, somut olarak elde edilmek istenen taşınmazlar, ekonomik yükselişin getirdiği kaliteli yaşam standartları, daha fazlasını istemek ve bunun için mesai harcamak… Tüm bunlar, kişisel ideallerin mevcut yaşamı iyileştirmek adına organize ettiği ve çoğu zaman dayatarak sunduğu gerçekler arasında ilk sırada geliyor. Taklit ettiğimiz kaliteli yaşam koşulları da, söz konusu dayatmanın arkasından eksiksiz olarak geliyor. Erlend Loe, yarattığı hikâyelerin kırılma noktasını tam da bu durumdan hareketle ele alıyor. Doppler romanında her şeyini geride bırakarak ormana yerleşen Andreas Doppler, bu durumun en somut örneği. Kaçış olarak tanımlayabileceğimiz bu durum, aslında pek çok dayatmanın çöktüğü, hiçbir işlevinin kalmadığı gerçeğini sonuçlarıyla birlikte seyretmemize olanak sağlıyor. İyi bir iş, iyi bir ev, mutlu bir aile… Karşımızdaki tablo toplumsal yapının idealleri arasında kusursuz bir varış notkasi gibi görünse de, ideali taşıyan bireyin zorunluluğa dönen çabası, onun koptuğu yeri sağlamlaştırdığı gibi yeniden başlamasına da olanak sağlıyor. Bu anlamda Andres Doppler, modern insanın yeniden doğuş ve kendini tanımlama düşüncesine ilham veriyor aslında. Doppler’in devam romanı olan Bildiğimiz Dünyanın Sonu’nda ise geri dönüşün izleriyle karşılaşıyoruz. Hiçbir şeyin eskisi gibi olmadığı, değişimin her iki taraf için de sürdüğü, kendini çemberin dışında hisseden bütün bileşenlerin yeni bir forma dönüşerek yaşama gayretine devam ettiği bu dönüş, eski hayatına bir ağacın tepesinden bakarak yeni anlamları ve sorgulamaları da beraberinde getiriyor. Erlend Loe, bu noktada herkesi kendi yaşamına bakmaya davet ediyor aslında. Sıradan ve oldukça basit bir sorgulama isteği bu. Canınız isterse bunu yapabilirsiniz düşüncesi, her iki romanda da eylemlerin gerçekliğine önemli ölçüde katkı sağlıyor.

Yapı Kredi Yayınları, Çeviren: Dilek Başak

Erlend Loe romanlarının insan dışında önemli bir karakteri daha var; sınırsızlığın, tecrübeler sonucunda öğrenilen kuralların –ya da mecburiyetlerin- olduğu doğa. Şehir yaşamında öğrendiklerimizin işlemediği, herhangi bir karşılığının olmadığı, kendi varlığından başka her şeyin mutlak düzene uyması gerekliliğini öğreten, karşılığında yalnızca bireyin emekleri kadar karşılık veren bir yapı. Andreas Doppler, bu yapının ortasında kaçış ya da yeniden doğuş olarak tanımlayabileceğimiz bir yaşama başlarken, aslında yeni bir idealin mümkün olduğunu da anlıyor. Tıpkı Erlend Loe gibi Per Petterson ve Roy Jacobsen’in de doğa ile kurdukları bağı, aynı bağlam üzerinden mutlak bir sakinliğe dönüştürerek okurun dünyasında yeni bir hayal kurma payına alan yaratıyorlar. Doğa, aynı zamanda Norveç edebiyatı içerisinde karakterlerin temel hikâyesine katkı sunan, dönüşüm için kendi düşüncelerinin varlığını ifade eden önemli bir yere sahip. Per Petterson’un At Çalmaya Gidiyoruz, Roy Jacobsen’in Görülmeyenler romanı bu durumun en açık iki örneği. Sakinlik, altında kaynayan güçlü bir öfkenin perdelenmesiyle birlikte kabullenmişliğin sınırlarını genişletiyor.

Naif. Süper ve Kadının Fendi romanları, yazarın yüksek sesle içinden konuştuğu, anlık kırılmalarla dolu, bütünden bağımsız parçalarında yeni hikâyelere olanak sağlayan bir zeminde ilerliyor. Bu durum, genel yapının kitaplar bitince yeniden hatırlanmasını, gerçek hayat karşısında yorumlama kabiliyetimize yeni bir güncelleme geliştirmemizin gerekli olduğunu vurguluyor. İlk iki romanında da aktif olarak hareket eden bu durum, aslında bir tercihin sonuçlarını işaret etmenin pek de ötesine geçemiyor. Yaşanmış ve tecrübe edilmiş olandan ders çıkarmak değil, farklı tecrübelere ve sonuçlara ulaşmanın fırsatlarını kollamamız için bir tür öneri sekmesine dönüşüyor. Erlen Loe’nun dilindeki bu yapı, onun karakterlerinin olup bitenler karşısındaki sonsuz gibi görünen sakinliğine yeni bir boyut kazandırıyor ki o da her zaman farklı bir seçeneğin olduğu gerçeği. Bu anlamda mevcut dayatmaların reddi, kendi içinde yüksek risk barındırsa da farklı seçeneğin yaşanmaya değer olduğu gerçeğinin de arkasında duruyor. Bunu anladığımız yerde bakış açımızı gözden geçirmemiz gerektiğini düşünüyorum. En azından denemiş olmanın vereceği kayıplar, hiç olmayan kazançlardan çok daha sağlıklı bir ortam yaratabilir. Sonuç olarak doğanın ortasında kurduğumuz modern yaşam, kentlerin dışına ittiğimiz ve sadece fotoğraf nesnesine dönüştürdüğümüz doğanın aynısı. Sadece biraz daha hırpalanmış, sömürülmüş, kısıtlanmış ve belli kalıpların içerisinde etiketlenmiş. Hepsi bu kadar değil elbette. Onun ihtişamı, sakinliği ortaya çıkaran kabullenmelerle bir biçim kazanmış ve kendi özgün duruşunu tanımlamayı bilmiş.

Andreas Doppler, yeni yaşamında hayatta kalmak için büyük bir geyik avlıyor. Yaşamının sürekliliği için ihtiyaç duyduğu şey, başka bir hayatın son bulmasına paralel olarak ilerlemek zorunda. Ormanda böyle. Olması gereken en iyi ihtimale göre kurgulansa da beraberinde gelen sonuçlarla ya da tek bir sonuçla yüzleşmek zorunda olduğu gerçeği… O da avladığı geyiğin yavrusu; sonradan adına Bongo diyeceği, her iki roman boyunca da beraber yaşayacağı, her şeyden ayrı bir bağ ile hayatının merkezine yerleştireceği Bongo. Ölü geyiğin geride bıraktığı yavru bir geyik, yazarın hikâye yapısına çöken bir vicdan azabı olarak da yorumlanabilir. Ya da çaresizlik karşısında sunduğu ölümü, bir başka yaşamı yücelterek özür dileme girişimine dönüştürmesi olarak da okuyabiliriz. Bu anlamda yazarın hikâye gelişimi, kendi içindeki karmaşayı sağaltan, her şeyden önce yeniden yaşatmaya çalışan bir bireyin gözlerinden seyrettiğimiz bir iç hesaplaşmanın da anlaşılmasına olanak sağlıyor.

Erlend Loe romanları, kendi içinde büyük yıkımlar yaşayan bireylerin, her şeye rağmen içinde bulundukları zamanı, farklı mekânların etkisi üzerinden yorumladığı bir düzleme çekerek belirginleştiriyor. Hüzün de, acı da, mutluluk ve mutsuzluk da bu düzlemin en ince noktasında mutlak kopuşu getiriyor; bazen erken bazen geç. Çünkü gerçek yaşam, her anlamda kendini tekrar eden döngülerin merkezinden hiçbir zaman çıkamıyor. Kendi hayatlarımız, içinde bulunduğumuz çağ özelinde bile birbirinden farklılaşan yaşamlara ayrılıyor. Şehir, köy, orman ya da hiç kimsenin olmadığı bir boşluk olarak karşımıza çıkıyor. İnsanlar yaşam alanlarını genişlettikçe, istekler ve buna bağlı olarak gelişen duygular çoğaldıkça belki de pek çok değerin varlığı yavaş yavaş tarihten silinecek. Şimdilik en ilkel tarafımız olan arzularımıza seslenen Erlend Loe romanları, belki de zaman içerisinde yeni bir yaşam formunun gelişiminde en ön sırada hatırlanan eserler arasında olacak. Andreas Doppler’i, kendine sorular soran ve mutlak kurtuluş için bundan çekinmeyen bir birey olarak hatırlamak isterim; elbette şu sözleriyle: “Ben öyle, hani derler ya, takılıp kaldım. Her şey sallantıda. Sallantıdayım. Belki de sadece böyle bir dönemden geçiyorum ama biraz uzamaya başladı ve korkuyorum. Benim neyim var? Bana anlatabilir misin? Ben neyim? Bana faydası olan nedir? Nasıl ilerleme kaydedeceğim?”[1]


[1] Bildiğimiz Dünyanın Sonu, Erlend Loe, YKY, Türkçesi: Dilek Başak, sf.108

Cevap Ver

Yorumunuzu giriniz
Adınızı giriniz