“Savaş bitmiş benim için, mermi bunu nerden bilsin”
Hariçten Gazelciler, Deli Gibi
Ahmet Uluçay, 2004 yılında vizyona giren Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak filmiyle tanındı. Film, yurt içinde ve yurt dışında toplamda 14 farklı dalda ödüle layık görüldü. Tek hayali sinema yapmak olan Uluçay, şüphesiz ki tanınmak yerine yalnızca sinema yapmayı tercih ederdi. Ancak o, geç tanınan ve yeterince imkân sahibi olamayan bir sinema yaratıcısı olarak yaşadı. Belki de bu yüzden adı Köylü Yönetmen’e, hatta deliye çıkmıştı. Bir röportajında, yazdığı senaryoları kimselere okutamamaktan yakınıyor ve şunları söylüyordu: “İstanbul’da yıllarca ama yıllarca kapı kapı dolaştım. Yahu beyefendi, şunu birazcık okuyun, bu kumaş başka kumaş… Yok, kimselere okutamadım.” Bir türlü okutamadığı senaryolarının arasında yıllar sonra herkes tarafından tanınmasını sağlayacak olan Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak filmi de vardı. Bir çantanın içerisinde o kapı senin bu kapı benim gezip duran hikâyeler, umutlar ve yaşam; yani Ahmet Uluçay’ı Ahmet Uluçay yapan her şey.
Kütahya’nın Tavşanlı ilçesine bağlı Tepecik beldesinde dünyaya gelen ve yaşamının büyük bir bölümünü burada geçiren Uluçay, köye gelen seyyar sinemacı sayesinde 60’lı yıllarda sinemayla tanıştı. O günden sonra da en yakın arkadaşı İsmail’le birlikte sinemacı olma hayalleri kurdu. Hatta öyle hayaller kurdu ki Lumiere kardeşler biraz daha geç kalsalardı, sinemanın kendisi ve İsmail tarafından doğdukları köyde icat edileceğine inandı. “Bir fikir, bir çekiç, bir testere yeter…” dedi bu düşüncesini desteklemek için. “Bir fikir, ama önce fikir…” Öyle de oldu. Arkadaşı İsmail’le kolları sıvayıp tahtadan film göstericileri yaptılar. Doğup büyüdükleri köyde daha önce sinema görmemiş köylülere film gösterimleri düzenlediler. Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak filminde de İsmail’le olan hikâyesini anlatıyordu zaten. Çünkü onun her zaman anlatacak bir hikâyesi vardı.
Ancak sinemanın maddiyatla bütünleşen boyutları kolay kolay aşılabilecek engeller değildi. Bu nedenledir ki Uluçay, kamyon şoförlüğünden tavukçuluğa kadar pek çok işe girip çıktı ve hepsinde iflas etti. “İflas etmeseydim sinemacı olamayacaktım.” diyen Uluçay, her iflasın sonrasında sinemaya biraz daha yaklaştı ve şöyle dedi: “Sarılacak umudum yoktu.” Umudu olmayan ya da kendine yeni bir umut yaratma fırsatı bulamayan insanların yolu nelerle kesişir bilinmez; Uluçay’ın yolu her defasında sinemayla kesişti. Adeta ilahi bir işaret gibi sinemanın makara sesini takip eden Ahmet Uluçay, çevresindeki insanların tepkilerine karşı tek bir şey söylüyordu: “Ben ne halt ettiğimi bilirim.” Biliyordu da. Her zaman, her koşulda ve sonuna kadar sinema!.. Çünkü başka çaresi olmadığını kendisi de gayet iyi biliyordu. Tutkusunun geçim sıkıntısına yol açtığı yıllarda ailesini pek de iyi koşullarda yaşatamadığının farkındaydı. Vazgeçmedi. Ama kahretmedi de.
Her şeyden uzak bir Anadolu köyünün sağlayabileceği bütün imkânları zorlayan Uluçay, elinden gelenin en iyisini yaparak yaşamaya çalıştı. Ancak sağlık sorunlarının yakasına yapışmasıyla birlikte giderek güçten düştü ve hastalık karşısında daha fazla direnemeyerek 30 Kasım 2009 tarihinde aramızdan ayrıldı. Ömrünün tamamını sinema için harcayan bir insanın, tam da her şey yoluna girecekken, üstelik biraz da tanınmışken hayatını kaybetmesi, aslında bir ülkenin kültürel yolculuğu için de hafıza kaybına neden oldu. Tamamı ödüllü 11 kısa, 1 uzun metraj filme imza atan Ahmet Uluçay, bugün aramızda olsaydı kim bilir nasıl filmler çekerdi, insan merak etmiyor değil. Değişen ve gelişen teknoloji Uluçay’ın sinema diline şüphesiz ki pek çok şey katardı. Daha doğrusu onun sinema dili, imkânlar dahilinde kendine yeni bir ifade alanı yaratabilirdi. Olmadı. Bu nedenledir ki İbn-i Haldun’un “Coğrafya kaderdir.” sözü, biraz da Uluçay’ı anlatıyor. Çünkü pek çok taşralı gibi Uluçay da içinde doğup büyüdüğü o taşranın insana verdiği en büyük emaneti, hayalleri ve “olma” ihtimalini omuzlarında taşıyordu. En yakın arkadaşı İsmail, sinemacı olma hayallerini bir kenara bırakıp hayatına devam etti. Belki de başka seçeneği yoktu, gereken buydu. Ancak Uluçay bırakmadı. Çünkü onun çaresizliği olmazsa olmazlarının içine işlemiş oluşuyla yol bulabiliyordu.
İnsan düşünüyor, keşke o senaryolar daha önce okunsaydı, keşke Ahmet Uluçay daha iyi koşullarda film yapabilseydi. Kimselerden eksiği olmayan bir yönetmenin yaşama dokunduğu yerlerde canlanan resimler, adeta ressam titizliğiyle işlenen hikâyelerle daha iyi şartlarda bütünleşebilseydi. Belki dünya değişmezdi, düzelmezdi ya da daha güzel bir yer haline gelmezdi ancak mutlaka bir insanın baktığı yeri iyileştirebildi. Ki Ahmet Uluçay’ın ürettiği eserler bunu şimdiye kadar mutlaka sağlamıştır. Sağlamaya da devam edecektir. Yazık ki keşke demek hiçbir zaman işe yaramıyor. Ölüm gerçeği, bütün mümkünlerin altını tükenmeyen gerçeklerle birlikte çizip geçiyor. Sanat yaratıcısının yaşamı da söz konusu çizginin üzerinde kalan cümlelerde ve tarihin ortasında sallanıp duruyor.
Sonrası boşluk, sonrası ne zaman biteceği pek belli olmayan uzun bir sessizlik; rahatsız eden, kendini hatırlatan, buradayım ve buradaydım diyen. En çok da “buradaydım” diyen bir sessizliğin varlığı sanat yapıtının geleceğe kalacağını müjdeliyor. Konuşmaya, düşünmeye, yorumlamaya imkân sağlayan bu var oluşun sürekliliği, Ahmet Uluçay’ın kaleminde ve gözünde her zaman için canlı kaldı. Kalbinden geçirdiği her şeyi resim gibi okudu, tablo gibi kurduğu sahnelerdeki insanları ve doğayı aynı bütünlük içerisinde gördü. Uzaklardan gelip uzaklara giden trenleri de bu yüzden çok sevdi. Bir gün kendisi de gidecekti. Tren yolcusunun gördüğü manzaranın bir parçası olduğunu biliyordu. O yolcuya ben de varım diyor, el sallıyordu.
Uluçay, bedenen büyüdü fakat kalben hep çocuk kaldı. Zaman değişti, koşullar daha da zorlaştı, heves büyüdü, hayaller çoğaldı, doğanlar öldü, yaşayanlar yürümeye devam etti ve o sadece hayal kurdu. En iyi bildiği şeyi gözünün önünde akıp giden hayatın ortasında oynattı. İsimler verdi, kostümler giydirdi, diyaloglar söyletti, güldürdü, ağlattı, yaşattı. Teknik ekipmanlarla birleşmemiş olan filmleri de onunla birlikte göçüp gitti. O kadarını bilememek de bizim kederimiz olsun. Ahmet Uluçay, neresinden bakarsak bakalım, yaşadığı hayatın kursağında bir heves olarak kaldı. Kimse onu yutkunamadı.