Sinema tarihinde pek çok başarılı yapımda imzası olan usta yönetmenler, ilginç karakteristik yapılarını ve uyguladıkları sıra dışı yöntemlerini filmlerine yansıtarak adlarından söz ettirmeyi başarmışlardır.
Mükemmeliyetçiliği ve zekâsıyla nam salıp sinema tekniğiyle pek çok yönetmeni etkilemiş Stanley Kubrick akla ilk gelen isimlerdendir. Simetri hastası olan Amerikalı yönetmenin en öne çıkan özelliği, nesneleri ve oyuncuları milimetrik hesaplarla kadrajına yerleştirmesidir. Kusursuz olanı elde etmek için bir sahneyi onlarca kez çekmesi birlikte çalıştığı oyuncu ekibini çileden çıkarır. “Shining” filminde, Jack Nicholson’ın baltayla kapı kırdığı sahnede başrol oyuncusunun cinnet yüklü bakışına ulaşabilmek için altmış adet kapının kırılıp tekrar monte edilmesi ve üç gün boyunca tek bir sahnenin çekilmesi, film ekibi için işkenceye ve sinir harbine dönüşse de yönetmen Kubrick’in sinema anlayışı için bu durum gayet sıradandır.
Ters köşe finallerin ustası Amerikalı yönetmen David Fincher da tekrar edilen sahne çekimleri konusunda işini fazlasıyla abartan bir başka yönetmendir. “Fight Club” filminde Edward Norton’ın merdivenden tepetaklak yuvarlanarak düştüğü sahne tam on iki kez çekilir. Fincher’ın karar verip filme monte ettiği sahne ise ilk çekilen sahnedir. Bu sahnelerde dublör kullanarak oyuncusunu koruyan yönetmen ne yazık ki aynı hassasiyeti dublörü için göstermemiştir.
David Fincher’ın aksine başrol oyuncularını harcamaktan çekinmeyen yönetmenler de vardır. Western filmlerin efsane yönetmeni Sergio Leone “İyi Kötü ve Çirkin” filminde Ellie Wallach’a küçük ama tehlikeli bir sürpriz hazırlar. Oyuncusunun korkup kaçtığı sahneyi en doğal hâliyle filme işlemek isteyen İtalyan yönetmen, hiç beklemediği bir anda Wallach’ın peşine haylaz bir köpek takar. Korkarak köpekten kaçan “Kötü Tuco”, gösterdiği reaksiyon sayesinde yönetmenin ekmeğine istemeden de olsa yağ sürer.
Film ekibine işkence etme konusunda hiçbir yönetmen psikopat Werner Herzog’un eline su dökemez. Zor şartlarda film çekmek gibi fantezisi olan Alman yönetmenle çalışmayı aklı başında hiçbir oyuncu kabul etmez. O da son çare olarak her seferinde soluğu Klasus Kinski’de alır. Kinski de yönetmenin tekliflerini her seferinde kabul eder. Çünkü Kinski aklı başında olmayan başka bir çılgındır. Birbirinden öldüresiye nefret eden, çekim esnasında defalarca tekme tokat kavgaya tutuşup birbirine silah çeken bu çılgın ikili, ilginçtir ki birlikte beş filme imza atmıştır. Çekimleri yaklaşık dört sene süren, oyuncuların çıldırdığı, savaşla ve hastalıklarla boğuştuğu, bunalıma girip intihar girişiminde bulunduğu “Fitzcarraldo” filmi, yönetmen Herzog’un deli olduğu kadar, ne kadar dahi olduğunu da fazlasıyla kanıtlayan bir başyapıttır.
Kendi tarzını ve sinema dilini oluşturmayı başarmış İspanyol yönetmen Luis Buñuel’in sinemadaki amacı huzur kaçırmaktır. Nefret ettiği burjuva sınıfını eleştirmek, hatta yerin dibine sokmak yönetmenin tek amacıdır. Tüketim toplumu, açgözlülük, gösterişli yaşam tarzı, sapkınlık gibi konular üzerine filmler çeker. Nefret ettiği toplumdan intikamını sanatıyla almak isteyen yönetmen, “Bir Endülüs Köpeği” filminde, sinemada baygınlık geçirip hastaneye kaldırılan izleyicilere bakılırsa amacına ulaşmış sayılır. Çocukluğunda aile baskısı, Katolik tutuculuk, gençliğinde kiliseyle çatışması ve türlü fobiler Buñuel’in sanatsal bakış açısını şekillendirir. Gündelik hayatı ele geçirmeyi başarmış görgüsüzlük ve gösterişli yaşam modelini hicivli diliyle yerle bir etmeyi amaçlayan yönetmen izleyenlerin yüzünü kızartacak pek çok film bırakır geride.
Huzur kaçırmayı seven bir diğer yönetmen de Lars Von Trier’dir. “İyi bir film ayakkabının içine kaçmış taş gibi olmalıdır.” sözüyle yönetmen kendi sinema anlayışını dile getirmiştir. Sınırları olmayan Trier çektiği her filmle ilgi odağı olur. “Dalgaları Aşmak” “Dogville” ve “Karanlıkta Dans” filmleriyle büyük beğeni toplayan yönetmen “Antichrist” filmiyle çokça eleştirilir. Film, gösterime girdiği her festivalde büyük tepki alır. Bu filmi için sonradan özür dilemiş olsa bile, Trier’in zihnindeki müstehcenlik, aykırılık ve insan doğasındaki keskin arzular, azar azar da olsa filmlerinde işlenmeye devam eder.
Sinema için doğmuş diyebileceğimiz bir yönetmen olan Quentin Tarantino çocuk yaşta bu sektör ile bağ kurmaya başlar. Sinemada yer göstericilik yapması, videokaset dükkânındaki çıraklığı ve sonu daima ölümle biten öyküler yazması Tarantino’nun geleceği için önemli adımlar olarak kabul edilebilir. Filmlerindeki zekice diyaloglar ve tam kıvamında mizah dışında, vahşice öldürülen insanlar ve bolca akıtılan kanlar Tarantino sineması için olmazsa olmazlar arasındadır. Ekrana kan sıçratmayı fazlasıyla seven yönetmenin başka bir saplantısı da filmlerinde “cameo rol” olarak boy göstermesidir. Ufacık sahnelerde görünen Tarantino’nun üstlendiği karakterlerin hepsinin ölmesi yönetmenin ölüm takıntısına dair kanıt niteliğindedir.
Sinemaya daha önce denenmemiş pek çok çekim tekniği kazandıran Alfred Hitchock renkli kişiliği ile öne çıkardı. Oyuncularıyla el şakaları yapmayı seven yönetmen, zaman zaman da ameliyatlardan dolayı deforme olmuş koca göbeğini açarak oyuncularını korkutmaya çalışırdı. Hayatı boyunca yemediği, hatta dokunmaya cesaret bile edemediği yumurtalardan ölesiye korkar, hatta iğrenirdi. Kendi filmlerini de daha sonra izlemediğini söyleyen Hitchock, sebebini şu şekilde açıklar: “Kendi filmlerimden korkuyorum. Onları asla izlemiyorum. İnsanlar benim filmlerimi izlemeye nasıl dayanıyorlar, bilmiyorum.”
Sıradan yönetmenlerin işi kamera başına oturup direktif vermek olabilir ama dünya sinemasına yön vermeyi başarmış usta yönetmenler; renkli kişiliklerini, dehalarını ve deliliklerini mesleğine yansıtmayı başararak unutulmaz olmuşlardır.