NOLAN’IN YENİ HARİKASI: “OPPENHEIMER”

Sevdiğimiz yönetmenlerin filmlerini arkadaş sohbetlerinde yarıştırırken, onların filmografilerindeki “en iyi” parça yahut bizim subjektif tercihimiz olarak “en sevdiğimiz” film sorulur. Aşağı yukarı tüm yönetmenlerin filmografilerinde mutlaka diğerlerini gölgede bırakacak bir parlaklıkta parıldayan bir film vardır. İşte o filmografi içerisinde parıldayan film “eşitler arasında” birincidir. Rahatlıkla sıyrılır diğerlerinden ve zihnimizde “Evet, en sevdiğim oydu.” dedirtir bize. Fakat bu arkadaş sohbetinde konu Nolan ise eğer, bu filmografiyi karıştırıp bir film beğenme işi epey çetrefilleşiyor.

Her yeni filminde üstüne koyan yönetmenlerin bu gelişim “eğrisi” içerisinde son filmi de o sorunun sürekli değişen cevabı olur ancak Nolan filmografisinden bahsetmeye başladığımızda, sanki hep aynı yüksek seviyenin katiyen düşmeyen devamını görür gibi oluyoruz. İlk uzun metrajından sonuncusuna, aynı seviyede bir kaliteyi, teknik anlamda hep bir sonraki sınırı zorlayarak ve en güncel teknolojileri setinde kullanarak yakaladı. İşte zaten bu yüzden son filmi Oppenheimer için “en iyi filmi” diyemeyeceğim; bu film onun sinema harikaları ile dolu koleksiyonunda bir başka harika sadece.

Nolan’ın bu istikrarlı başarısının kaynağı, pek az sinemacıya nasip olacak bir şeyi neredeyse kusursuz bir biçimde yapabilmesi. Nolan filmografisindeki eserlere baktığımıza bunların tamamının, “arthouse” ya da başka değişle bağımsız/festival sinemasının özellikleri ile “blockboster” dediğimiz gişe yönü kuvvetli olan, salonda geniş kitleleri yakalayabilen niteliklerin bir birleşimi olduğunu görüyoruz. Hem sanat sinemasının hem de Holywood sinemasının özelliklerini kullanan ve bu iki tür arasındaki bir ara bölgeyi temsil ediyor Nolan sineması. Hem sinema eleştirmenlerinin hem de en geniş anlamıyla genel izleyici kitlesinin beğenisini kazanmasının sebebi de sanıyoruz ki bu.

Oppenheimer da yine bu iki tasnif arasında bir yerde oldukça kusursuz bir biçimde yaratılmış. Bir önceki filmi TENET’ten ziyade bu sefer -tıpkı Dunkirk gibi- tarihe dönüyor Nolan. Nolan’ın perspektifinden izlediğimiz, tanık olduğumuz zaman arılığı İkinci Dünya Savaşı’nın hemen öncesinde başlayıp Manhattan Projesi ve ilk atom bombasının kullanımına giden süreç. Tabii insanlık için oldukça kritik bir eşik, iki dünya savaşı arasında dünyanın tam anlamıyla altüst olduğu bir dönem.

Filmde Nolan, anlatacağı her şeyi bize bizzat Oppenheimer’ın bakış açısıyla anlatıyor. Bu anlamda baş karakterin bu derece net ve merkeze konduğu nadir Nolan filmlerinden birini izliyoruz. Hatta basına yansıyan haberlere göre, Nolan filmin senaryosunu da bizzat Oppenheimer’ın bakış açısıyla, “ben” diliyle yazmış. Dolayısıyla esasen bir “biyografi” filmi izlediğimizi söyleyebiliriz. Dönem ve biyografi filmleri arasında oldukça iyi bir denge yakalıyor Nolan.

Oppenheimer’ın yaşamında başından geçen önemli anların tanığı oluyoruz. Ancak tabi Nolan sinemasının artık alameti farikası olan anlatım biçimiyle bunu izliyoruz. Oppenheimer’ın yaşamı bize çizgisel bir düzlemde, kronolojik sıraya tabii olarak anlatılmıyor. Nolan, her zamanki gibi zamanı çizgisel değil, dairesel bir düzlemde anlatıyor. Girift, iç içe geçmiş bir şekilde izliyoruz Oppenheimer’ın yaşamını. Zaman çizelgesi yine Nolanvari bir biçimde bükülürken, Oppenheimer’ın yaşamı etrafında dünya olaylarını da izliyoruz.

İkinci Dünya Savaşı’nın başlamasıyla Nazi faşizminden kaçan birçok bilim adamı, savaşın öbür cephesindeki ülkelerde bilimsel çalışmalara başlıyorlar. Bütün bunları izlerken tabii üstümüze teorik kuantum fiziği ve atom araştırmaları hakkında bir ton bilgi boca ediliyor. Ancak izlediğimiz şeyler ne kadar anlaşılmaz gelse de Nolan’ın dinamik sineması insanı ekrana kilitlemeyi başarıyor. Anlayamadığınız bilimsel kavramlar, bir noktadan sonra kulağınıza yabancı bir dildeki şarkı gibi gelmeye başlıyor.

Nazi faşizminin atom bombasını daha önce icat edip kullanmasına mâni olmak için başlatılan Manhattan Projesi’nin başına geçirilen Oppenheimer’ın hikâyesi esas zaten bu noktada başlıyor. Film boyunca saatin “kıyamet vaktine” doğru tik-tak ilerlediği hissi bizlere musallat oluyor ki filmin seyirciye vermek istediği his de artık dünyada o zamana göre oldukça yaygınlaşmış bulunan atom bombası cephaneliği ile yaşadığımızı bize hatırlatmak. Bu gerçekliğin huzursuz hatırlatıcısı olarak film görevini başarıyor.

Film, oldukça diyalog ağırlıklı ve hepimizin dikkatinin fazlasıyla “çalındığı” şu zamanlarda, her gün abur cubur misali tükettiğimiz içeriklerin üstüne soğuk duş etkisi yapıyor. Bu anlamda Nolan genel izleyiciyi tekrar sinema salonuna ve sulandırılmamış içeriğe çekme yönünde bir misyonu da başarmış.

McCarthycilik döneminin insan avı günlerini de izlediğimiz Oppenheimer, dört dörtlük bir biyografi/dönem filmi olarak sona eriyor. Eğer imkân dâhilindeyse mutlaka IMAX bir sinema salonunda izlenmesi gereken bir sinema harikası.

Cevap Ver

Yorumunuzu giriniz
Adınızı giriniz