BİR AİLE DRAMASI: AVATAR – SUYUN YOLU

Avatar, 13 yıl önce vizyona girdiğinde, görüntü teknolojileri alanında sınırları zorlamış ve sektöre 3D gözlükleri getirmişti. Onun devam filmi olan Avatar: Suyun Yolu da James Cameron marifetiyle, yine görüntü teknolojileri alanında sınırları epey zorluyor. İlk film Na’vi’lerin yurdu olan Pandora gezegeninin sık ormanlarında geçmişti ve bize görsel efekt teknolojilerinin sunduğu en canlı bitki örtüsü ve habitatı sunmuştu. Bu canlı dünya yalnızca son derece parlak efektlerle değil, oldukça yaratıcı olmasıyla da filmin haricinde seyir zevki veren bir unsurdu.

İlk film, eski bir deniz piyadesi ve gazisi olan Jake Sully’nin Pandora’ya gelişi ile açılıyordu. Jake Sully, bir bilim insanı olan ağabeyinin yerini alarak “Avatar” programına katılma amacıyla gelmişti. Uzayın derinliklerindeki Pandora gezegenine gelen insanlar, bu gezegenin yeraltındaki çok değerli madenleri keşfetmiş ve burada madencilik çalışmalarına başlamıştı. Film bize tipik bir sömürgeleştirme öyküsü anlatıyor ve bunu yaparken de sömürgecilik olgusunun ekonomi-politiğini sunuyordu. İnsanlık, akınlar hâlinde gezegene gelmiş, burada askerî üsler kurmuş, yollar yapmış, ormanı talan etmiş ve kendilerine bir yerleşim oluşturmuşlar. “Avatar” programı ise insan bilincinin bir makine aracılığıyla, yapay rahimlerde üretilen bir Na’vi bedenine aktarılmasıdır. Yapay rahimlerde üretilen bu Na’vi bedenleri, onları yönlendiren insan bilinciyle canlanıyorlar. Esasında avatar, Jake Sully’nin programın yapım aşamasında da görev almış “parlak” bilim insanı ağabeyi olacakmış ancak ağabey Sully’nin ölümü bir plan değişikliğini beraberinde getiriyor ve eski deniz piyadesi Jake Sully, Pandora’nın yolunu tutuyor.

Avatar programına seçilmesinin yegâne sebebi ağabeyi ile genetik benzerliği olan Sully, kendisini en az seyirciler kadar yabancısı hissettiği bir durumda buluyor. Avatar programının temel amacı Pandora gezegeninin yerlileri olan Na’vi halkıyla iletişim. Jake Sully’de ilk filmde bildiğimiz gibi bu görevi yerine getirmeye çalışırken hikâyenin sonunda tam bir Na’vi olacak ve gezegeni sömürgeleştirmeye gelen kuvvetlere karşı verilen bir isyana liderlik edecektir…

İlk filmin sonunda Jake Sully, Na’vi’lerin kutsal ruh ağacına bağlanıp, inançlarının ulu ilahı aracılığı ile insan bedenini terk ederek Na’vi avatarının bedeninde yaşamaya geçiyordu. Aralarına karıştığı kabilenin şefinin kızı olan Neytri ile de evleniyor ve ilk film kahramanın yolculuğunun tipik duraklarına uğrayarak sonlanıyordu. İlk film oldukça yoğun olarak politik drama özelliklerine sahipti. Filmin hikâye aksı Jake Sully ve kahramanın yolculuğu üzerinden ilerlese de kahramanlar, kötü adamlar, aşk imgelerinin buluştuğu hikâye politikti. Maden kaynaklarını sömürmek için gelen şirketler, onların paralı askerleri, ekolojik yıkım… Ancak ikinci film, ilk filmin tüm temellerini kullanarak çok daha kişisel bir hikâye kurgulamış. İlk filmin üzerinden tam 13 yıl geçmiş, Pandora gezegeninde tam olarak kaç yıl geçtiğini öğrenemiyoruz ancak Jake Sully ve eşi Neytri bu süre zarfında çoluğa çocuğa karışmış ve tam bir aile olmuşlar. Film de esas anlatısını bu aile olma, baba ve çocuk ilişkileri üzerinden kuruyor.

İlk filmden tanıdığımız neredeyse tüm karakterler ikinci filmde de bizlerle birlikte. Hatta o kadar ki filmimizin yeni bir “kötüsü” yok. Oyuncu Stephen Lang’ın canlandırdığı Quaritch, bu filmde de karşımıza esas düşman olarak çıkıyor. Bir farkla, ilk filmin sonunda bildiğimiz üzere ölen Quaritch de ölmezden evvel bilincini bir avatara aktarmış. Bu filmde de karşımıza kötü adam olarak Albay Quaritch’in avatarı çıkıyor. Kesinlikle film adına eksi hanesine yazılacak, yaratıcılıktan uzak bir tercih.

İlk filmin politik anlatısından epey uzak olduğunu söylemiştik. İkinci film hikâyesini aile ve onun iç çelişkileri üzerine kuruyor. Jake Sully artık bir baba ve “ergen” diye tabir edebileceğimiz çocuklarıyla olan ilişkisi -yahut ilişki kuramaması- filmin teması. Bu yönüyle film uzayda geçen bir aile draması hâlini alıyor. Genç erkek çocukların babalarının adımlarını takip etmesi, ergenliğin hüznü ve yabancılığının içinden geçen bir genç kızın duygusal süreçleri derken, çok tanıdık defalarca izlediğimiz temaların “uzaylısını” izlerken buluyoruz kendimizi. Politik vurgular da hâliyle epey zayıf kalıyor. Geriye bir tek balina avcılığı analojisi üzerinden algılayabileceğimiz cılız bir ekoloji mesajı kalıyor.

Küçük, kendisini hayal kırıklığı gibi hisseden erkek çocuğun ağabeyi ile olan gerilimi ve babasının gözüne girme süreci de olaylar Pandora’da da geçse ilk film kadar çarpıcı etki yaratmıyor. Ancak yine bu filmi “değerli” yapan nokta, tanıdık aile hikayelerinin sinema sektöründen uzaklaştırıldığı bir dönemde, böylesine sıradan bir “çekirdek aile” hikâyesini bize oldukça farklı bir atmosferde, büyüleyici bir görsellikle sunuyor olması. Avatar: Suyun Yolu, Pandora’yı bir kez daha ziyaret etmek isteyenler için kesinlikle izlenesi bir film.

Cevap Ver

Yorumunuzu giriniz
Adınızı giriniz