Sinemada farklı bir yere sahip olan hapishane-firar filmleri; mahkûmiyet, direniş ve özgürlük gibi kavramlar üzerinden izleyiciye pek çok mesaj vermeyi başarmıştır. Henri Charrière’in kendi yaşamının tutsaklık yıllarını anlattığı romanından uyarlanan “Kelebek” (Papillon, 1973) ve Stephen King’in uzun öyküsünden sinemaya uyarlanan “Esaretin Bedeli” (The Shawshank Redemption, 1994) gibi filmler, klasikleşmiş ve akla ilk gelen örnekler olsa da bu türde az bilinen, pek çok etkileyici film vardır.
70’li yılların İrlanda’sında İngiliz emperyalizmine karşı mücadele eden IRA militanı Bobby Sands’in hayatının son dönemine “Açlık” (Hunger, 2008) filmiyle tanık oluruz. İşkencehaneye dönüşmüş İrlanda hapishanelerinde, şiddet uygulamaktan zevk alan, eli sopalı İngiliz gardiyanların İrlandalı mahkûmlara uyguladığı orantısız güç ve yıldırıcı politika, bir süre sonra Bobby Sands ve dava arkadaşlarının akıl almaz direniş yöntemlerine başvurmalarına sebep olur. Başta özgürlükleri olmak üzere, ellerinden her şeyleri alınan mahkûmlara sadece kendi bedenleri bırakıldığında, haklı olarak kendi bedenlerini bir silaha dönüştürerek cevap verdiklerini görürüz. Bu noktadan sonra, İrlanda’nın özgürlüğü adına açlık grevine başvuran Bobby Sands ve arkadaşlarının, günden güne azalarak ölüme yürümeleri izleyiciye sarsıcı bir sinema diliyle aktarılır.
1980 yılında vizyona giren, Robert Redford’un başrolünü üstlendiği “Brubaker” filmi, alışılmış hapishane filmlerine göre zekice ve sinsice ilerleyen kurgusu ile benzerlerinden ayrılır. Hapishaneye müdür olarak atanan Henry Brubaker’ın, müdür olarak göreve başlamadan önce hapishanedeki düzeni ve işleyişi işin içinden görmek istemesiyle başlar. Mahkûm kılığına bürünerek gerçeklerle yüzleşmesi, hapishanenin kokuşmuş düzeni ve yozlaşmış sistemi karşısında idealist yapısını korumak ve düzeni sağlamak adına müdür olan Brubaker’ın, işinin mahkûm olan Brubaker’a göre çok daha zor olduğunu anlamasıyla devam eder. Film, “Sistemi değiştiremeyen, sistemin yükü altında ezilecek mi?” sorusunu başkarakter üzerinden izleyiciye yöneltir.
Hapishane sistemine kendi yöntemiyle kafa tutan başkarakteriyle ön plana çıkan bir diğer film de Paul Newman’ın unutulmaz bir performans sergilediği “Parmaklıklar Arkasında” (Cool Hand Luke, 1967) filmidir. Sakin, sorun çıkarmayan ve kendi hâlinde bir mahkûm olan Luke’un, özel bir durum nedeniyle hapishane yönetiminden istediğini alamamasının ardından nasıl da kural tanımaz, hizaya gelmez bir mahkûma evrildiğini görürüz. Kendine özgü mizaha, kırılmaz inada ve sarsılmaz iradeye sahip olan Luke’un efsanevi gülüşü ve elli adet haşlanmış yumurtayı yemeye çalıştığı sahnesiyle sükse yapan film, sistem ile birey arasındaki kopukluğa ve iletişim eksikliğine vurgu yaparken, özgürlüğün sınırlarının, gücü elinde bulunduran devletin kanunlarında mı, yoksa bireyin zihninde mi olduğunu çarpıcı finaliyle, izleyiciye derince sorgulatmasıyla akıllara kazınır.
Mahkûm olmanın trajedisini tarihin yıkıcı bir dönemiyle ele aldığımızda, Nazi Almanya’sının Yahudiler üzerindeki faşizan politikasını en güzel örnekleyeceğimiz filmlerden biridir “Büyük Firar” (The Great Escape, 1963) Dışlanan ve ezilen ırktan olan insanların, özgürlüğe kavuşmak için, ölümü göze alarak kurtuluş yoluna doğru kazdıkları tüneller, izleyiciye sıkı bir gerilimle birlikte mizah dolu bir umut aşılar. Steve McQueen’in önderliğinde yapılan planlar, kedi-fare koşturmacasına dönüşerek, gerçek ama inanması güç bir maceraya dönüşür. Özgürlüğe kavuşmak isteyen mahkûmların sayısı filmin süresiyle yarışsa da gerçek mutluluğun esaretten kurtularak gerçekleştiğini öğrenmiş oluruz.
Hapishanedeki dayanışmanın, dostluğun ve güvenin neler ifade ettiğini ele alan bir film olan “Delik” (Le Trou, 1960), kişisel çıkarlar doğrultusunda bireyin nelerden vazgeçebileceğini ve ne derece hainlik yapabileceğini vurgular. İhanete uğrayan dostluğun, beklenmedik zamanda gelen hayal kırıklığının, sarsılan güvenin ve yok olan umudun gece gündüz kazılan bir tünelden daha yorucu ve yıkıcı olması açısından izleyiciyi sarsmayı başarır. Tek sekansta çekilen ve dakikalarca süren zemin kırma sahnesi ile farklı bir sinema tekniğini izleyiciye sunan film, süresi boyunca gerilim yüklü atmosferi korumayı başarır.
İçine düştüğü ortam sebebiyle değişmekten başka çaresi kalmayan bir karakterin sarsıcı hikâyesine Fransız yapımı “Yeraltı Peygamberi” (A Prophet, 2009) filmiyle tanıklık ediyoruz. Genç yaşta hapishaneye giren Malik’in hayatta kalmak adına kabuğunu kırmasına ve içine düştüğü cehenneme ayak uydurmasına şahitlik ederken, suça bulaşmanın ve cinayet işlemenin insan ruhunu ve vicdanını nasıl da nasırlaştırdığını görürüz. Hayatta kalma arzusu adına insanın kendi karakterinden ne derece ödün verebileceği ve ezik bir karakterin nasıl da acımasız birine dönüşebileceği filmde detaylıca ele alınır.
Zamanın mekân üzerindeki etkisini gösteren bir film olan “Hayvan Fabrikası” (Animal Factory, 2000) insan psikolojisinde alışkanlığın yerini derinlemesine kurcalar. Yıllar boyunca tutsak olduğu hapishaneye, o hapishanenin tuğlaları gibi adapte olmuş bir mahkûmun dışarıdaki hayatı ve özgürlüğü reddetmesi izleyiciler üzerinde ters bir psikoloji sunar. Dışarıda özgür olmaktansa içeride tutsak olmayı tercih eden karakterin ruhsal durumunu, “Cennette köle olacağıma cehennemde kral olurum.” sözüyle dile getiren film; özgürlüğün gerçek anlamını, sınırların doğallığını ve bireyi mutlu eden şeyin bakış açısında gizli olduğunu anlatmaya çalışır.
Hangi şartlarda, hangi durumda, hangi bedende olursa olsun, özgürlüğün kutsallığını ve tutsaklığın zorluklarını belirtmek adına işlenen hikâyede demir parmaklıkları aşarak göğe bakmayı anlamlı kılan umudu “Esaretin Bedeli” filmindeki replikle kısaca özetleyebiliriz: “Korktukça tutsak, ümit ettikçe özgürsün.”