BİR ÇEMBERİN İÇİNDE: KERR

Tayfun Pirselimoğlu imzalı Kerr, Türkiye’yi 2023 yılında, Oscar’da temsil edecek film olarak belirlendi. Film, Pirselimoğlu ile ilk kez tanışacak olan seyirci için yeni olsa da yönetmen için, hikâyesi eskiye dayanan bir öz içeriyor. Aynı isme sahip bir roman ve sergi geçmişi olan yönetmenin, uzun zamandır aklında olan bir konuyu işlediğini söylemek mümkün olabilir. Oyuncu kadrosunda Jale Arıkan, Ali Seçkiner Alıcı, Rıza Akın, Gafur Uzuner ve Melih Düzenli gibi isimlerin yer aldığı filmde, başrolde son zamanlarda adını sıkça duyduğumuz Erdem Şenocak karşımıza çıkıyor.

Bir sistem eleştirisi olarak okuyabileceğimiz bu hikâye aynı zamanda sistemin ele geçirdiği kişileri de mercek altına alıyor. Zamanın ve mekânın belirsiz köşesinde Can, babasının cenazesi için geldiği küçük kasabada, tanık olduğu cinayet sebebiyle alıkonuluyor. Duvarlarında “Güvenle ulaştırır, güvenli kent” gibi yazıların asılı olduğu bu kasaba, seyircinin ilk dakikadan farkına vardığı gibi tekinsiz ve tenha. Can’ın, geri almak umuduyla polise teslim ettiği kimliği bir daha ona verilmiyor ve bu kasabadaki hiç kimse ya da herhangi biri olarak varlığını sürdürmeye çalışıyor.

Babasının evine dönüp beklemekten başka yolu olmayan Can, ilk olarak babasının bakıcısı ile tanışıyor. Bu kadın aynı zamanda, Can’ın ölümüne şahit olduğu kişinin karısı olduğunu söylüyor ve gizemli bir şekilde konuşup gidiyor. Ardından sayıca çok az olduğunu fark ettiğimiz kasaba halkının erkekleri, bir bir Can’ın yanına gelerek onunla konuşuyor, sorular soruyorlar. Kişisel sınırları gözetmeden Can’ın hayatına dâhil olan bu kişiler, karakter olarak hemen hemen aynı özellikleri taşıyor ve davranış biçimlerindeki tekinsizlik sürekli olarak göze çarpıyor. Bu kişilerin söyledikleri “Burada her şey tuhaf, hiçbir şey göründüğü gibi değil, her şey tekrar ediyor sanki…” gibi cümleler, filmin özüne yerleştirilmek istenen “kerr” düşüncesinden seyirciyi uzaklaştıran ve kendini sürekli açık etmek isteyen didaktik bir anlatı biçimine dönüşüyor. Öyle ki Can’ın ilk olarak evinde, ardından sokakta ve babasının terzisinde gördüğü çukurun varlığı ve vahşi köpeklerin sokaklarda tehlike saçarak gezdiği bu hikâyede bir şeylerin tuhaf olduğunun hem gösterilmesi hem kelimelere dökülmesi anlatının güçsüzleşmesine sebep oluyor.

Hipnoz olmuş gibi etrafta dolaşan kişiler, Can’ı kendilerine benzetme yolunda adım adım ilerliyorlar. Filmin başında ölüyü teşhis etmek için girdiği odadan saniyeler içerisinde çıkan Can, kanlı bir olay yerine bakarken sigara içebilecek rahatlığa evriliyor. Bu sırada katilin kasabada rahatça dolaştığını fark ediyor ve bu kişinin babasının bakıcısı ile ilişkisi olduğunu öğreniyor. Varlığı ve yokluğu meçhul olan köpeklerin yarattığı korkuya rağmen, kendini sürekli dışarıya atıyor ve olayı çözmek için insanlardan yardım almaya çalışıyor. Yavaş yavaş bir çukurun içine çekildiğini gördüğümüz karakterimiz, “Bu şehirde neler oluyor?” sorusunu sormak için uzunca bir süre bekliyor. Bir görgü tanığı olarak başlayan hikâyesinin içinde sebepsizce zanlıya dönüşüyor ve aradığı soruların cevaplarını bulamıyor.

Pirselimoğlu, Türkiye panoraması da diyebileceğimiz bu filmde aynı zamanda sınırları genişleterek evrensel bir öz yakalamaya çalışmış. Bununla birlikte, “Filmin içerisinde bulunan muhtelif malzemeler ve metaforlar, anlam bütünlüğünü sarsmadan bir araya gelebilmiş mi?” sorusu, film bittikten sonra izleyicinin kafasını kurcalamaya devam ediyor. Öyle ki kasabada yaşayan insanların eylemsizliğinin böyle sürüp gideceğini anlasak bile, Can’ı arabaya alarak oluşmuş büyük çukurun yanına götüren kişi filmin başındaki katil olarak karşımıza çıkıyor. Diğerlerinden farklı olarak eyleme geçen (neden ve nasıl olduğunu anlamasak dahi) ve aklını işletebilen tek kişinin katil olması, ne yakız ki bir bilinmezlik olarak elimizde kalıyor. Dikkatli izleyicinin gözünden kaçmayacak bir diğer detay ise büyük çukura giden yolun kenarında filmin başında ölen kişinin durması. Seyirci, neden ve nasıl sorularının cevaplarını alamasa da çukurun bir sonu temsil ettiğini netleştirebilmiş oluyor. Ardından Can bir daha seyirciye görünmeden kayıplara karışıyor.

Sisli, puslu atmosferi ve kamera açılarıyla görsel estetiği takdire şayan filmde mekânlar da oldukça dikkat çekici bir yer tutuyor. Türkiye’nin hemen her kasabasında karşılaşılması mümkün, terk edilmiş ve bir enkaza dönüşmüş bu kamusal veya özel yapılar yerli izleyiciyi şaşırtmayacak denli tanıdık. “Buluntu mekân” olarak adlandırabileceğimiz bu yapıların filmin içerisindeki kullanımı ise oldukça yoğun. “Buluntu mekân” estetiğinin sunduğu atmosfer seyirciyi olumlu yönde etkilerken, diğer yandan bu estetikten alınmaya çalışan desteğin yoğunluğu, mekân için yaratılmış bir hikâye düşüncesini akıllara getiriyor.  Öyle ya da değil, yönetmenin bu mekânları kullanarak yarattığı distopik dünyanın, aslında günümüzün çok yakınında dolaştığını gösterebilmesi de izleyici için tedirginliği arttırıyor. Başladığı yere geri dönen bu hikâye uzun süredir tekrar eden bir döngüyü işaret ederken, aynı zamanda sokaklarda kol gezen çaresizliğin de resmini çiziyor. Filmin kimi aksaklıkları göze çarpsa da Türkiye sineması için alışılmışın dışında olan bu distopik evren kıymetli denilebilecek bir yerde duruyor.

Cevap Ver

Yorumunuzu giriniz
Adınızı giriniz