Leyla Yılmaz’ın yazıp yönettiği, başrollerinde Emir Özden, Senan Kara ve Yurdaer Okur’u gördüğümüz 2019 yapımı Bilmemek filmi, orta sınıftan çekirdek bir aileyi odağına alarak birçok sosyal konuya değinirken, toplumsal ilişkilerin arkasındaki karanlığa bakıyor. Öteki, güç, iktidar ve sosyal ilişkiler ekseninde dönen hikâye, evliliklerinde problemler olduğunu gördüğümüz doktor bir anne ve mühendis bir babanın oğlu olan 17 yaşındaki Umut’u merkeze alıyor. Su topu oynayan ve üniversite sınavına hazırlanan Umut, yıllardır beraber olduğu takım arkadaşlarının gördüğü bir fotoğraf nedeniyle, eşcinsel olup olmadığına açıklık getirmesi için baskılanıyor.
Yılmaz’ın filminde yer verdiği karakterlerin hemen hepsi, otoriter düzenin hükmetme arzusu ile yanıp tutuşan kişilerden oluşmakta ve bu da toplumun yansıması olarak karşımıza çıkmaktadır. Filmin tamamında, karakterlerin peşini bırakmayan kabalık ve zorbalık ise ilk sahnede kendini belki de en uysal hâli ile gösteriyor: Baba Sinan’ın sabah sporunu yaptığı koşu bandından çıkan ses tüm evi inletirken, anne Selma bu sese uyanmış ve gözlerini boşluğa dikmiştir… Bu üç kişilik aile içindeki güç ilişkisi, ilk akşam yemeği sahnesinde Sinan’ın Selma’dan rakı isterken “Git getir, bir tek daha içeceğim.” repliği ile belirginleşiyor. Selma’nın rakıyı getirmesi ve bunun karşılığında Umut’un okul gezisine gitmesi için Sinan’ın izin kâğıdını imzalaması, filmin tamamında karşımıza çıkan ilişkilerde olduğu gibi, otoritenin ceza-ödül sistemine göz kırpıyor. Öyle ki Sinan’ın, sarhoş olduğu bir akşam, patronunun “Bana itaat edeceksin.” dediğini açıklaması da toplumun beslendiği kültürü ifşa eden bir replik olarak karşımıza çıkıyor.
Sinan’ın, genel müdürlüğe devam edebilmek için genç patronunun uyguladığı baskıya katlanmak zorunda kalışının etkisini sürekli olarak, ailesinin üzerinde kurduğu tahakküm ile ortadan kaldırmaya çalışması, Selma’nın ise bu zorbalığı ve baskıyı göğüslemeye çalışarak hayatına devam etmeye çalışması, Umut’a da bu kültürü nasıl devam ettireceğini öğreten hayat kuralları olarak okunuyor. Selma’nın, eşi Sinan’ın olmadığı zamanlarda kendinden emin, başarılı ve güçlü bir kadın olması, kurallarını yerine getirdiği kültürün bir kimlik kaybı yaşattığını da orta çıkarıyor.
Kuralları önceden konmuş ve herkesin kabulü olmuş bu düzenin içerisinde Umut, arkadaşlarının ondan beklediği “İbne misin, değil misin?” sorusunu ısrarla yanıtsız bırakıyor. En yakın arkadaşının önerdiği gibi, “hayır” cevabını vererek tüm bunlardan kurtulabilme ihtimalini hiçbir zaman düşünmüyor. Bir cevap verip vermemenin aksine, ona sorulan soruyla ilgileniyor ve evet ya da hayır cevabının bir anlam ifade etmediğini, kendi bildiklerine inanmaya devam edeceklerini söylüyor. Böylece soruya karşı geliştireceği herhangi bir açıklamayla onların otoritesini kabul etmiş olmayı ve ardından onların yasalarıyla hayatına devam etmeyi reddediyor. En yakın arkadaşının da diğerleri ile aynı fikirde olma olasılığı Umut’u yeterince sarsarken, dertleştiği takım koçu ile aralarında bir ilişki olduğu söylentisinin de yayılması Umut için son aşama oluyor. İtaat etmemesine cevaben kimliğine karşı yapılan bu yıkıcı saldırının bir sonu olmayacağını anlıyor. Bu baskıdan anne ve babasına bahsetmemesi ise onların da bu sorunun cevabını öğrenmek için aynı zorbalığa başvuracaklarını bilmesinden kaynaklanıyor. Umut’un arkasında hiçbir iz bırakmadan ve kimseye haber vermeden ortadan kaybolması, hasarlı toplumsal ilişkilerin yarattığı baskıdan, ancak o toplumu terk ederek korunmanın mümkün olduğuna dair sarsıcı bir gerçeği ileri sürüyor.
Çağımızın iletişim aracı olan teknoloji, filmin içerisinde sınır ihlalinin beslendiği en önemli unsurlardan birini temsil ediyor. Umut’un rızası dışında çekilen fotoğrafının bir gece vakti odasına kadar sızarak ekranına düşmesi, bu ihlalin ne kadar kolay ve sınır tanımaz olduğunu başka bir açıdan gösteriyor. Kayboluşunun ardından, sosyal medyada ve haber bültenlerinde Umut’un adından ve hayatından bahsedilmesi, arkadaşlarının Umut’un geri dönmesi için başlattığı çağrılar, kişisel sınırların nasıl kolayca ve normalleştirilerek ihlal edildiğine dair ayrı bir örnek oluşturuyor. Programlarda kullanılan “Umudunu Kaybetme Türkiye” sloganı, kişisel olan üzerinde iddia edilen hakkın belgesi niteliğinde. Umut’un birdenbire Türkiye’nin olması, Umut geri döndüğünde ona istedikleri gibi davranabileceklerinin ve cevapları onları hiç ilgilendirmeyen soruları yeniden soracaklarının işaretini veriyor. Sinan’ın, Umut’un arkadaşlarının yaptıklarını kastederek “Bu kadar zalim olmayı nasıl başarıyorlar.” sorusu ise bu zorba kültürün ne kadar bulaşıcı olduğu konusuna da aydınlık getiriyor.
Filmin tamamına bakıldığında Yılmaz’ın senaryosunun içerisinde bıraktığı boşlukların, Umut’un göstermiş olduğu tepkinin benzeri olduğunu görüyoruz. Selma’nın, görüştüğü erkek arkadaşı ile arasında neler olduğunun ya da Sinan’ın sekreteri ile neler yaşadığının cevabını vermeyerek sınırları belirginleştiriyor. Öyle ki filmin üzerine kurulu olduğu Umut karakteri ile ilgili herkesin merak ettiği eşcinsel mi, değil mi sorusunu da yanıtlamıyor ve Umut’un nereye gittiğine dair seyircisine en ufak bir ipucu bile vermeyerek yarattığı karakteri terk etmediğini gösteriyor. Hikâyeye atılmış bu düğümlerin çözülmemiş olması, kişisel olanın bu bilinmezliğe hakkı olduğunu savunuyor. Yılmaz, bu cevapsızlıklar ile seyircisinin bir otoriteye dönüşmesinin önüne geçiyor ve Umut gibi bu zorba kültürü sekteye uğratıyor.”