Savaşla uzaktan yakından alakası olmayan hayvanlar -özellikle atlar- gibi, savaşın ceremesini çeken bir başka masum canlı da çocuktur. Özellikle Nazi Almanya’sının başrolünü üstlendiği İkinci Dünya Savaşı dönemini malzeme olarak işleyen sinema, savaşın politik yanından ve sonuçlarından bihaber olan çocukların hikâyelerini beyaz perdeye pek çok kez aktarmıştır. Çocuğun ruhunda oluşan onarılmaz tahribatı etkili bir şekilde izleyiciye sunmayı başaran filmlerden bazılarını örnekleyerek çocuğun savaştaki yerini görebiliriz.
J.G. Ballard’ın kitabı olup Steven Spielberg tarafından sinemaya uyarlanan “Güneş İmparatorluğu” (Empire of the Sun-1987) filmiyle, aristokrat bir ailenin oğlu olan Jim’in savaşta ailesinden kopması üzerine yaşadığı çaresizliğe şahit oluruz. Yalnız ve şaşkın bir halde oradan oraya sürüklenen Jim, etrafında olup bitenlere anlam vermeye çalışırken diğer yandan da hayatta kalma mücadelesi verir. Görmemesi gereken ne varsa şahit olmak zoruna kalarak savaşın gaddarlığı ve hayatın gerçekleriyle yüzleşmeye başlar. Bir noktadan sonra ailesini bulma amacını bile unutan Jim, gördükleri karşısında vücut bütünlüğünü ve akıl sağlığını koruma çabasına girişir. Masumiyet kalkanıyla yola çıksa da savaş bittiğinde her şeye kayıtsız kalan bir yetişkine dönüşür. Onu büyüten savaş, aynı zamanda ruhunda kalıcı yaralar açmış, zihnini de fazlasıyla yıpratmıştır. Ailesine kavuşsa bile o artık eski Jim olamayacaktır. Gözlerindeki donuk ifade, her şeyi gördüğünün ve hazmetmek zorunda kaldığının yürek burkan kanıtıdır.
Güneş İmparatorluğu Ivan’ın Çocukluğu
Andrei Tarkovski’nin ilk uzun metrajlı filmi olan “Ivan’ın Çocukluğu”nda (Ivanova Detstvo-1962) savaş yüzünden saflığını ve masumiyetini yitiren çocuğun hikâyesi anlatılırken; patlamaların, bombaların ve kurşunların oluşturduğu ölüm çemberinin etrafında savaş psikolojisinin en doğal şekilde işlenişine tanık oluruz. Cephelerde ayak işlerinde kullanılan, muhbirlik yapan Ivan, savaşın bir parçası olur ve savaş sebebiyle çocukluğunu teğet geçerek boyundan ve yaşından büyük şeyler yaşamak zorunda kalır. Çocuk olmanın gerekliliklerini savaş sebebiyle yerine getiremeyen Ivan’ın belleğinde hayatı ifade eden tek şey savaş ve savaşın getirdiği yıkım ve ölüm olacaktır.
Jerzy Kosinski’nin pek çok dile çevrilen, başına büyük dertler açarak ölümüne bile sebep olmaya yaklaşan yarı otobiyografik romanı “Boyalı Kuş” okurun psikolojisinde de derin yaralar açmıştır. Metaforu isminin hikâyesinde gömülü olan bu eserin beyazperdeye yansıyan hali de kitabı kadar etkili olmuştur. 2. Dünya Savaşı’nda oradan oraya çaresizce sürüklenen bir çocuğun hikâyesi, savaşta renklerin ve renklerin sunduğu şölenin hiçbir anlamının olmayacağını ifade edercesine, savaşın atmosferi gibi siyah-beyaz tonda anlatılmıştır. Çocuğu merkeze alarak savaşın sunduğu katliamı, açlığı, ayrımı, acımasızlığı ve çaresizliği anlatırken; yerini, yurdunu, kimliğini, benliğini ve hayata olan inancını yitirmek zorunda kalan bir çocuğun dramı keskin bir hançer gibi çocuğun şah damarına saplanmıştır. Savaş denilen karanlık çukurda hayatın güzelliklerini, ışığını ve renklerini unutan çocuk, ölümü bekleyen ruhsuz bir et yığınına dönüşmüştür.
Boyalı Kuş Elveda Çocuklar
Louis Malle tarafından yönetilen “Elveda Çocuklar” (Au Revoir Les Enfa-1987) filmi; bombalar, silahlar, ölümler ve cephede çarpışan askerleri göstermeden “savaş ve çocuk” temasını işlemesi sebebiyle benzerlerinden ayrılıyor. Altı yıl süren 2. Dünya Savaşı sürecinde, Fransa’da yatılı bir okuldaki öğrencilerin psikolojisine şahit oluyoruz. Savaştan önce soykırımı, ırkçılığı, faşizmi ve ölüm kaygısını bilmeyen çocuk, savaş boyunca bunları öğrenerek ölümün neye benzediğini görmüş ve anlamış oluyor. İçinde bulunduğu çağın keskin, sararmış, kan kokan dişlerini boynunda hissederek ölümden kaçan zavallı çocuğun kendine sorduğu soru, “Gördüğüm bunca şeyden sonra nasıl olur da merhametli bir insan olarak kalabilirim?” olacaktır.
İrlanlı yönetmen Bahman Ghobadi “Kaplumbağalar da Uçar” (Turtles Can Fly-2005) filminde Irak’ın Türkiye ile sınır bölgesinde karınlarını doyurabilmek için mayın toplayan çocukların trajik hikâyelerini anlatır. Abla olmasına rağmen annelik gömleğini üstüne geçirmek zorunda kalan, intihar etmeyi kafaya koymuş 14 yaşındaki kız çocuğu Agrin, mayın patlaması sebebiyle kollarını kaybetmiş Henkov ve “Uydu” lakaplı, İngilizce bilmemesine rağmen, yabancı kanalların sunduğu haberleri uydurmaca yöntemiyle köy halkına tercüme etmeye çalışan üç çocuğun hikâyesine tanık oluruz. Hangi coğrafyada olursa olsun şiddeti ve niyeti merhametten uzak olan savaşın sinsiliğinin can yakmaya ne kadar hevesli olduğunu çaresiz çocuklar ekseninde görürüz filmde.
Kaplumbağalar da Uçar Gel ve Gör
Ales Adamovic’in “Khatyn” isimli romanını “Gel ve Gör” (Idi I Simotri-1985) ismiyle sinemaya uyarlayan Elem Klimov, Nazi ordusunun Rusya sınırları içerisinde ilerleyişini “Florya” isimli bir çocuğun gözünden anlatır. Masum bir çocuğun evinden ve ailesinden kopuşu, öldürme arzusu ve hayatta kalma mücadelesi adım adım anlatılırken savaşın sebep olduğu “çıldırış” adeta miğfer gibi başkarakterin kafasına siper olur. Gördüğü patlamalar, alevler, etrafa saçılmış cesetler ve acımasız düşman Florya’ya hayatın da, ölümün de gerçekten ne anlama geldiğini anlatır. Ayrıca yönetmenin “zirvede bırakmak” tabirini fazlasıyla karşılayan bir başyapıt olma özelliğini taşır “Gel ve Gör”. Rus yönetmen Klimov’a bu filmi çektikten bir süre sonra şöyle bir soru yöneltilir: “Yeni bir film projeniz var mı?” Klimov’un cevabı çok nettir: “Hayır! Bir daha film çekmeyeceğim. Çünkü her şeyi son filmimde anlattığımı düşünüyorum…”
Savaş nedeniyle gaz odalarına yollanan, minik bedenlerinin etrafında uçuşan kurşunların hedefi olan ve gördükleri kıyameti asla unutamayacakları için farklı karakterlere bürünmek zorunda kalan çaresiz çocukların korku dolu bakışları, savaşlarda boy gösteren yetişkinlere şu soruyu yöneltir: “Savaşlar neden var?”
Louis-Ferdinand Céline’in de ifade ettiği gibi: “Sonuçta savaş dediğiniz şey, anlamadığınız ne varsa odur…”