YARIM KALMIŞ BİR KATARSİS: BOZKIR

Bozkır, birçok televizyon projesinde görüntü yönetmenliği yapmış olan Ali Özel’in ilk uzun metrajı olarak karşımıza çıkıyor. 2019 yılında gösterime giren filmin başrollerini Ahmet Özel, Mücahit Koçak, Hakan Emre Ünal, Ozan Dağara ve Elif Aydın paylaşıyor. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde layık görüldüğü on bir ödül sonrasında sinema eleştirmenlerinin, bu ödülleri hak edip etmediğine dair tartışmalarıyla gündeme gelen film, yakında baraj suyunun altında kalacağı için terk edilmiş bir köyde geçiyor.

Köyde yaşamaya devam eden son kişi olan Ahmet (Ali Özel’in öz babası Ahmet Özel), yeğenlerinin (Hakan Emre Ünal, Ozan Dağara) tüm ısrarlarına rağmen suskunluğunu koruyor ve evini terk etmiyor. Ahmet’in evini terk etmemesinin en büyük nedeni ise yıllar önce köy yolunda geçirdikleri bir trafik kazasında kaybetmiş olduğu karısının mezarının evinin önünde olması. Mezarın taşınmasında Ahmet’i ikna edebilecek tek kişinin yıllardır konuşmadığı oğlu Harun (Mücahit Koçak)  olduğunu düşünen yeğenler, çözümü Harun’u köye çağırmakta buluyor ve böylece geç kalınmış hesaplaşmanın ilk adımı atılıyor.

Merkezinde bir baba-oğul ilişkisi gördüğümüz filmde, aynı zamanda geçmiş ve geleceğin arasında, adeta zamansızlıkta sıkışmış bir erkeğin hikâyesine tanıklık ediyoruz. Ahmet, bir yandan onu mutlu ve uzun bir hayatın beklemediğini biliyor, bir yandan da yalnızlık ve kırgınlık dolu olsa da geçmişinden ayrılmak zorunda kaldığı için şimdilerde yönünü bulamıyor. Öyle ki film, elinde bir fener ile evinin zifiri karanlığında yolunu bulmaya çalışan Ahmet’in, eski bir sandığın içerisinden çıkardığı kefen bezini özenli bir biçimde kesmesiyle başlıyor.

Harun’un köye gelmesi, hem karakterlerin hem de biz izleyicilerin yıllardır görüşmeyen baba-oğul karşılaşmasında akıllarına getirdiği türlü senaryoyu boşa çıkarıyor. Beklenilenin aksine kuru bir merhaba sonrasında baba-oğul suskunluğa gömülüyor. Ahmet, oğlunu görmezden geliyor diğerleri ise bu durumu olağan karşılıyor gibi rol yapıyor.

Özel’in yaratmış olduğu baba karakteri Anadolu’nun ve kırsalın dilini bilenler için çok tanıdık bir karakter. İnatçı, öfkeli ve bunların yanında, insanı çıkmaza sokacak kadar suskun ve kendi doğrusunun peşinden giden biri. Çizmiş olduğu diğer erkek karakterler ise yine aynı dilden yaklaşıyor biz seyirciye; hürmet edilen erkeğin izinden giden ya da onun yolunu takip etmemek için diretse bile onu aşıp yeni bir yol çizemeyen böylece aynı kıskacın içine hapsolmuş oğullar.  Filmin içerisindeki tek kadın küçük yeğenin karısı Raziye (Elif Aydın) ise erkeklerin dünyasına bakan bu filmde tıpkı gerçeğin kendisinde olduğu gibi varla yok arasında bir yerde duruyor. Erkeklerin çözmeye çalıştıkları problemin içerisine girip söz sahibi olamayan, ayak işlerini yapan, karın doyuran, uysal ve yeri gelmedikçe konuşmayan bir karakter olarak ele alınmış.

Ahmet’in geçmişin ve geleceğin ortasında kaldığı bu çıkmazda, Harun’un artık köyde olması ve suyun yavaş yavaş yükselmesi üzerindeki baskıyı gittikçe artıyor. Tüm bunlar, ritmin hep aynı göründüğü filmin akışında büyük bir kırılma olacağı beklentisini yaratıyor. Baba ile oğul arasında bir türlü gerçekleşmeyen hesaplaşma, suskunluklar arttıkça kırılmayı göreceğimiz noktanın belirginleşeceğini düşündürüyor. Filme başından sonuna kadar hâkim olan yağışlı ve gök gürültülü atmosfer de gerginliği her daim canlı tutmaya yardımcı oluyor. Fakat yine beklenilenin aksine Ahmet, Harun ile aralarında geçen kısa bir tartışma sonrasında başka bir çıkış yolunun olmadığını kabul ederek mezarın taşınmasını istiyor. Geçmişin hesabının sorulmadığını düşünen, kimin haklı kimin haksız olduğunu göremeyen izleyici beklediği katarsisi bir kere daha yaşayamıyor. Böylece Özel, bu yarım kalmışlık hissini tekrarlayarak altını çizdiği noktanın tam da burası olduğunu belli ediyor.

Harun ve Ahmet mezarın yerinden kaldırılması konusunda hemfikir olsalar da aralarındaki iletişimsizliğin ve çıkmazın devam ettiğini görüyoruz. Hiçbir zaman tam olarak kurulamamış bu ilişkinin bundan sonra da yarım kalmaya devam edeceği ve bunun da tüm karakterler tarafından zaten biliniyor olduğu gerçeği ile yüzleşiyoruz. Evin kırılmış çatısından içeriye akan su, bu evde artık yaşanılamayacak olduğunu Ahmet de dâhil herkese belli ediyor fakat buna rağmen Ahmet son bir gece daha evinde kalmak istiyor. Her ne kadar ertesi gün mezar için tekrar görüşecek olsalar da baba ve oğul suskunluk içerisinde birbirlerine veda ediyorlar.

Bu vedadan sonra yalnız kalan Ahmet, filmin başında olduğu gibi elektriği kesilmiş evinin içerisinde feneri ile aynı sandığın başına gidiyor. Yeniden kefeni eline alıyor ve özenle kesmeye başlıyor. Sahneye dikkatle bakıldığında ilk sahneyle bire bir aynı olduğu anlaşılan bu görüntü zamanın doğrusal ilerlediği filmde ayrıksı bir durum olarak karşımıza çıkıyor. Bu tekrar, Ahmet’in aklının hikâyenin başından beri ölümde olduğunu düşündürüyor ve Harun’un tartışma esnasında söylediği  “Senin derdin su gelmeden burada ölüp gitmek, değil mi?” cümlesini de açıklığa kavuşturuyor. Ahmet’in bir yandan evin çatısından akan suyla dolu kapları boşaltması, bir yandan da ölüm için kefeni hazırlamaya çalışması, bozkırın ortasında geçmiş ve geleceğin arasında sıkıştığı gibi ölüm ve yaşamın arasında da sıkıştığını gösteriyor.

Cevap Ver

Yorumunuzu giriniz
Adınızı giriniz