AŞKIN VE BÜYÜNÜN KİMYASI: “AŞK, BÜYÜ VS.”

Aşk, Büyü vs., adından da anlaşılacağı üzere aşkın ve büyünün benzeyen kimyalarını konu ediniyor. Ümit Ünal’ın 2019 yılında çektiği bu film, izlemeye alışık olduğumuz heteroseksüel bir ilişkiyi değil, doğrudan iki kadının aşkını konu edinmesi sebebiyle, çekimleri başladığı andan itibaren merakla beklenen bir film olurken, aynı zamanda önemli bir adım olarak görüldü. Büyükada’da varlıklı bir ailenin kızı olan Eren (Ece Dizdar) ile onlara yardım eden ailenin kızı Reyhan’ın (Selen Uçer) gençlik dönemlerinde aralarında geçen ilişki, toplumun kabul etmediği ve dolayısıyla “müdahale” gerektiren bir ilişki olmuştur. Eren, okuması için yurt dışına gönderilirken, Reyhan neredeyse sürgün edilmiş ve bu iki karakterin duyguları başkalarının doğruları ile çatıştığı için parçalanmıştır.

Film, aradan geçen yirmi yılın ardından Eren’in Reyhan ile konuşmak için adaya gelmesiyle başlıyor. İlk iletişim, filmin bütünlüklü yapısına uygun olan bir ıslık ile gerçekleşiyor ve Reyhan, Eren’in geldiğini bu ses ile anlıyor. Bu esnada Reyhan, sıkıntılar ile geçirmiş olduğu yılların ardından, beş yıl önce adaya dönmüş ve kimsenin onu tanımadığını fark ederek hâlâ birlikte olduğu erkek arkadaşı Gökhan (Uygar Özçelik) ile tanışıp sıradan bir hayat yaşamaya başlamıştır. Reyhan, hazırlıksız yakalandığı bu karşılaşmada her şeyin bir çocukluk hevesi olduğunu ve geçmişte kaldığını söylüyor fakat Eren, gitmemek için ısrarcı davranıyor. Bunun ardından Reyhan yıllar önce bir aşk büyüsü yaptırdığını hatırlıyor ve Eren’in bu yüzden geri döndüğünü anlıyor. Tüm bunları saçmalık olarak gören Eren gitmek istemiyor ve geriye tek çare olarak büyünün bozulması kalıyor. Böylece izleyici, iki kadının birbirlerine zaman zaman kızdığı, zaman zaman açıklama yaptığı konuşmalar sayesinde; içerisinde sevginin, korkunun, arzunun, öfkenin olduğu geçmişe tanıklık ediyor.

Reyhan, Eren’i yanına alıyor ve birlikte büyüyü yapan kadının evine gidiyorlar fakat evde kadının orta yaşlardaki, yalnız yaşayan oğlunu (Emrah Kolukısa) buluyorlar. Bu karakter, ara ara kameraya gözlerini dikerek, neredeyse dört dakika boyunca dünyanın şimdisi ve geleceği hakkındaki teorilerinden bahsediyor. Kadınlar gitmek istese bile ısrarcı oluyor ve anlatmaya devam ediyor. Bu değerli zamanın ayrılmış olduğu konuşma, karakter tam olarak seyirciye bakarken “Aşklarımız, büyülerimiz hepsi toz olup havaya karışacak.” cümlesi ile son buluyor. Film boyunca bir daha karşımıza çıkmayan bu çekim açısı, izleyici için soru işaretleri oluşturuyor. Filmin kendiliğinden politik olan tavrı içerisinde bu ısrarcı sesleniş, ayrıksı bir yerde kalıyor.

Tam da bunun ardından, filmin dingin atmosferine adeta bir müdahale gibi karşımıza çıkan asker uğurlama sahnesi, yine yalnız kalmış bir sahne olarak göze çarpıyor. Boş bir sokakta nereden geldiği anlaşılmayan, davullar ve zurnalarla iki kadının ve izleyicinin arasına giren bu gürültülü grup, yine hem izleyicinin hem karakterlerin yüzlerinde küçük bir rahatsızlık mimiği bırakarak kamera önünden geçip gidiyor.

Nihayet büyüyü bozabilecek kadın (Ayşenil Şamlıoğlu) bulunuyor. Bu iki kadının gerçek hikâyesini öğrenerek onları Allaha havale ediyor ve yazdığı kâğıdı en yüksek tepeye eski bir kişisel eşya ile gömmelerini istiyor. Tüm bunlar olurken Eren ile Reyhan, Gökhan tarafından takip ediliyor. Birbirlerine sarılmalarını, büyüyü bozmak için eşyayı gömmelerini, oturup sohbet etmelerini her zaman uzaktan gizlice izliyor. Bu durum, karakterleri kamera açıları sayesinde kimi zaman uzaktan, kimi zaman hareketli açılarla izleyen biz izleyicilerin durumu ile benzeşiyor.

Film, burada bu hikâyenin kahramanları bir erkek ve bir kadın olsaydı ne olurdu sorusunu akıllara getiriyor. Eğer öyle olsaydı sıradan bir aşk hikâyesi izleyecek olan bizler, iki kadının aşkı söz konusu olduğunda, tıpkı Gökhan gibi önce meraklanmaya başlıyor ve ardından bu merakı gidermek için gözlerimizi onlara dikiyoruz. Yıllar önce yaşananlar hakkında bilgi sahibi olan garson karakterinin Eren’i ve özel hayatını hâlâ hatırlıyor olması, çevredeki herkesin bu garson gibi, yaşananlar ile ilgili bilgi sahibi olabileceği olasılığını da canlı tutuyor. Toplumsal olarak uzun yıllar ötekileştirilmeye maruz kalan bu ilişkilenme biçimi, şimdiki zamanda da Gökhan karakteri aracılığıyla uzaktan izlenebilecek bir malzeme olarak karşımıza çıkıyor. Sosyal çevre, garson ya da Gökhan karakteri ile bizi aynı koltuğa oturtan Ünal, bu durum ile oturduğumuz koltuğun altına adeta rahatsızlık veren bir iğne yerleştiriyor. Çünkü bu baktığımız yer, aslında sadece cinsiyeti toplumsal normlara göre şekillenmemiş bir aşkın hikâyesi olarak “Aşk, Büyü vs.”dir.

Filmin sonunda karakterlerimiz, birbirlerine olan hislerini hatırlıyor ve duygularını tekrardan sahipleniyorlar. Bu sırada Gökhan, büyünün bozulması için gömülmüş olan eşyayı yerinden çıkarıyor ve iki kadının sırrını bildiğini kanıtlarcasına evi dağıtıyor, eşyayı görünür bir yere koyarak ortadan kayboluyor. Gökhan’ın verdiği bu tepki, bu iki kadın ile karşı karşıya gelmemesi, akıllara partnerine âşık olan kişi bir erkek olsaydı aynı tepkiyi verir miydi, sorusunu getiriyor.

Ünal’ın filmindeki en ince çizgi, tüm bu cinsiyete dayalı soruların cevabının aşk gibi, büyü gibi başkasının çözemeyeceği bir gizemin içerisine saklanmış oluşudur. Filmin sonunda büyünün bozulamamış olması, aşkın engel tanımayacağı gibi, cinsiyet de tanımadığını gösterir niteliktedir. Sinema tarihinde korku öğesi, komedi unsuru ya da bir öteki olarak karşımıza çıkan LGBTİ+ bireyler, artık bu kalıpları aşan ve geri dönüşü mümkün olmayan bir yer edinmişlerdir. Türkiye Sineması için yeni fakat izleyicisi için geç kalınmış bir kımıldanma olan bu film, gelecek başka adımların da habercisi diyebiliriz.

Cevap Ver

Yorumunuzu giriniz
Adınızı giriniz