Dinlediğimiz masallar yahut sayfalarında göz gezdirdiğimiz resimli kitaplar bizlerin zihin dünyasına ilk düşünce imgelerini bırakan ögeler oldular. Akşamları bize okunan masalların birçoğunu, daha sonra okuldan döndüğümüzde kitlendiğimiz televizyon ekranlarında da izleme fırsatı bulduk. Yalnızca kitaplardaki masalları değil, çoğu zaman yalnızca televizyona, sinemaya özgü masalları keşfettik. İzlediğimiz/okuduğumuz her hikâye bize bir şey öğretti. İhaneti, sevgiyi, kötülüğü gördük. İyi adamların mücadelesini, kötülerin kurdukları tuzakları -ve pek tabii kahramanlarımızca bu tuzakların boşa çıkarılışlarını- izledik, heyecanlandık. Pinokyo ise o günlerden bizlere çok tanıdık gelen bir hikâye. Her çocuğa yalan söylememesi hususunda bir ders vermek için anlatılan bu masal, 2022 yılında Guillermo del Toro’nun perspektifiyle başka bir seyir düzeyine çıkıyor.
Guillermo del Toro, her zaman büyülü hikayelerin anlatıcısı oldu. Onun sinema perspektifinde büyü, anlatılan hikâyede gerçeklik ile seyirci arasında her zaman salınımdaydı. Pan’ın Labirenti (2006) ve bilhassa Suyun Sesi (2017) filmlerinde de büyü, efsun her zaman gerçekliğin üzerini ince bir örtü gibi örttü. Onun, bu büyülü hikâyeleri anlatırken mahirliğini sergilediği bir başka bahis ise bu büyülü hikâyelerin içine yedirdiği politik mesajlar ve içeriklerdi.

Pan’ın Labirenti filminde bizi falanjist İspanya’nın buz gibi gerçekliği ile bir çocuğun hikâyesi arasında bir izleğe seyirci kılarken, Suyun Sesi filminde ise bir aşk hikâyesini 1960’ların soğuk savaş atmosferinde bize deneyimletirken yaptı bunu. Pinokyo’da ise siyasal atmosfer, anlatılan mevcut masalın da dışına çıkarak ana hikâye ekseni oluyor.
Birçok Pinokyo uyarlaması izledik; hem çocukluğumuzun çizgi filmlerinde hem de beyaz perdede. Ancak bütün uyarlamalar bilindik masalın şabloncu tekrarlarıydı. Fakat bir masalı, bana göre “iyi” yapan temel özellik anlattığı derdin sıcaklığını koruyor olmasıdır. Del Toro, Pinokyo’nun “gerçek bir çocuk olma” derdini alıyor ve bunu günümüzün faşizm tartışmalarına kadar gidebilecek bir anlatı izleğiyle bizlere sunuyor.
Del Toro, Pinokyo’yu yeniden yaratırken ona “gotik” denilebilecek yeni bir imaj getiriyor. Film bu açıdan bir çocuk masalı olmaktan çok uzak. Gotik estetik filmde çok başarılı kullanılıyor. Bu sanat yönetimine bir de Ewan McGregor, David Bradley, Christoph Waltz, Cate Blanchett, John Turturro, Ron Perlman ve Tilda Swinton’dan oluşan seslendirmen kadrosu eşlik ediyor. Film, bir animasyon filminin halletmesi gereken iki meseleyi, ses ve sanat yönetmenliğini ustalıkla hallediyor.

Del Toro’nun Pinokyo’su, çocuklar için bir Pinokyo değil. Bilindik hikâyedeki, sonunda büyüklerin sözünü dinlediği, itaatkâr olduğu için gerçek bir çocuk olan Pinokyo’yu izlemiyoruz. Bu hikâyenin sonunda Pinokyo, gerçek varlıklara özgü olan ölüm aracılığı ile “gerçek bir çocuk” oluyor. Zaten Del Toro’nun kendisi bir röportajda şöyle söylüyor:
“Benim için Carlo Collodi’nin Pinokyo’su var, Walt Disney’in Pinokyo’su var ve Guillermo del Toro’nun Pinokyo’su var. Çünkü benim için ilginç olan şuydu: İtaati kutsamak yerine itaatsizliği kutsayan bir Pinokyo yapabilir miyim? İtaatkâr olduğu için sonunda gerçek bir çocuğa dönüşmek zorunda kalmayan bir Pinokyo yapabilir miyim?” (Guillermo del Toro on Why He Set “Pinocchio” in a World of Fascism, The Credits)
Pinokyo, bu sefer itaatsizliği sayesinde gerçek bir çocuk olabiliyor. En nihayetinde insan yaşamını bu kadar değerli kılan şeyin, onun bir şekilde bitmesi olduğunu idrak ediyor. Neticede, sevdiklerinin yitip gitmesini gördüğün sonsuz bir yaşam, sonsuz bir acıdan başka ne olabilir ki? Onun bu itaatsizliğine, hikâye boyunca onunla karşıtlık oluşturacak şekilde, Mussolini faşizmine tamamen itaat etmiş, onu kurmuş olan İtalyan toplumu eşlik ediyor. Hâlihazırda estetiğe hâkim olan gotik atmosfer, bir de faşizm imgeleri ile birleşiyor. Çocukluğumuzdan çok iyi tanıdığımız Pinokyo hikâyesinin bu versiyonunda, hiçbir anda bir sonraki sahneyi tahmin edemiyoruz.

Bu karanlığı, İtalyan faşizminin, başta çocuklar üzerinde uyguladığı dönüştürücü etkisini bir masal aracılığı ile takip ediyoruz. Pinokyo ise çevresindekileri kıpır kıpır bir heyecanla anlamaya çalışırken, farkında olmasa da her an iktidarın egemenlik alanlarında boşluklar yaratıyor. Onun vurdumduymaz ve itaatsiz kişiliği, İtalyan faşizmini karşımızda madara ediyor, bir şakaya çeviriyor.
Del Toro’nun Pinokyo’su, diğer tüm Pinokyo uyarlamalarından farklı olarak, uslu durmanın, büyük sözü dinlemenin öğütlendiği değil, statüko kırıcı olmanın salık verildiği bir hikâye olarak karşımıza çıkıyor. Ve belki de hepimizin birer kukla olarak bu yaşama geldiğini, ancak direnirsek gerçek birer insan olabileceğimizi öğretmeye çalışıyor. Film, insan olabilmenin belki de bir yolculuk olabileceğine işaret ediyor.