Motosiklet, bir ulaşım aracından ziyade, hayatı iki teker üzerinde, yollarda anlamlandırmaya yarayan bir araçtır. Bazı durumlarda yol, hayatın kendisini, yolda olmak da içinde ilerlediğimiz yaşantıyı ifade eder. Yolda olma hâli; arayışa, deneyime ve insanın benliğini bulma çabasına dönüşürken, iki tekerli özgürlük aracı pek çok macerayı insanın önüne serer. Motosiklet tutkusunu beyazperdeye etkili şekilde yansıtmayı başarmış filmler bizi de bu maceraya ortak eder.
Başrollerde Dennis Hopper, Peter Fonda ve Jack Nicholson’ın yer aldığı 1969 yapımı Easy Rider (Özgürlüğün Bedeli), motosiklet tutkusunu ele alan en klasik film olarak öne çıkar kuşkusuz. Stüdyoya bağlı Hollywood sinema yönteminin dışına çıkarak, bağımsız sinema anlayışıyla çekilen film, dönemin Amerika’sında otorite karşıtlığını ve kuralsız yaşamı ifade eden Hippi kültürünün resmini başarıyla çizer. Wyatt ve Billy isimli iki arkadaşın motosiklet serüveni en doğal şekilde kameraya alınırken eyaletlere göre pek çok farklı yaşantının boy gösterdiği Amerika’da sıra dışı tarzlarıyla ilerlemeye çalışan aykırı ikilinin varlığı, dönemin anlayışına ve kültürel farklılığına şahitlik etmemizi de sağlar aynı zamanda. Farklı olmayan fikirlerin, kalıplaşmış düşüncelerin, bağnazlığın ve içi boş normların reddi eleştirel biçimde ele alınırken karakterler üzerinden kuşak çatışması, barış arayışı ve hoşgörünün gerekliliği gibi konuların altı pek çok kez çizilir. Aynı zamanda “Heavy Metal” müzik türünün doğuşu filmde ön plana çıkarken, cinsellik kavramı ve uyuşturucu madde kullanımı gibi durumlar, özgür bireyin en doğal hakları çerçevesinde filmde anlatılan ideolojiye sığdırılır. Dış görünüşleriyle, yaşam tarzlarıyla ve savundukları felsefeyle yollara düşmüş iki karakterin özgülüğü arzulayışını ve elde etmenin bedelini çok ağır biçimde ödemeleri filmin en çarpıcı noktası olurken, kendi bakış açısını en güzel şekilde şu replikle özetler film: “Senden korkmuyorlar, senin temsil ettiğin şeyden korkuyorlar. Çünkü onların gözünde, sen özgürlüğü temsil ediyorsun.”

Gerçek bir yaşamdan uyarlanan 2005 yapımı The World’s Fastest Indian (Efsane Adam) filminde Anthony Hopkins’in canlandırdığı Burt Munro isimli ihtiyarın, çeyrek asırlık hayalini gerçekleştirebilmek uğruna, yarışmak için Yeni Zelanda’dan Bonneville Tuz Çölü’ne doğru yola çıkmasıyla başlar film. Yetmişine merdiven dayamış, yalnız yaşayan, kibar ve son derece saf ama tekleyen kalbiyle yollara düşen Burt, yolculuk boyunca önüne çıkan her türlü zorluğa ve aksiliğe rağmen iyi niyetinden ve yarışma arzusundan hiçbir şey kaybetmez. 1920 yılında aldığı “Indian” marka motosikletiyle kurduğu bağ, mühendislik becerileri, insanlarla kurduğu iletişim ve sorunlara karşı yaklaşımıyla birlikte ruhuna sinmiş bilgeliği, film boyunca kahramanımızı daha iyi tanımamıza yardımcı olur. İlk gençlik yıllarından itibaren motosiklet kullanmayı bir yaşam biçimi hâline getirmiş hız tutkunu Munro’nun, kendisiyle beraber yaşlanan motosikleti, hem yarış kurulu hem de diğer yarışmacılar arasında alay konusu hâline gelse bile Munro bu durumdan olumsuz yönde etkilenmez. 1967 yılında 331 km/sa ile 1000 cc altı dünya hız rekorunun sahibi olarak mutlu sona ulaşan “Efsane Adam”, hayata tutunmanın, hayallerin izinden gitmekle anlam kazandığını izleyiciye hatırlatır.

Diarios de Motocicleta (Motosiklet Günlüğü) filminde, Küba’nın devrimci ruhu Che Guevara ve arkadaşı Alberto Granado’nun 1952 yılında Latin Amerika’yı motosikletle dolaşmalarına tanık oluruz. 1939 model Norton 500 marka motosikletin ne kadar yol aldığından ziyade, ne kadar sorun çıkardığını da görürüz filmde. Bazen üzerinde gittikleri, bazen de iteklemek zorunda kaldıkları motosikletin yarattığı sorunlar iki arkadaşa fazladan macera sunar. Arjantin, Şili, Peru ve Brezilya’da tanıştıkları insanlar, gördükleri yerler, farklı kültürler, engeller ve çözüm yolları bu uzun yolculukta büyük bir değişime uğratır ikiliyi. Üç yıl süren seyahat Che Guevara’nın idealist yapısının temelini oluşturur. Gördüğü insanların hoşgörüsü, misafirperverliği ve gösterdikleri saygıyla birlikte; şahit olduğu haksızlıklar, kötülükler ve yoksulluklar Che’yi derinden etkiler. Ayrıca film, Che ve Alberto’nun bizzat uğradıkları mekânlarda çekilmesi sebebiyle ayrı bir önem teşkil eder. Bireyin kendi ruhuna içsel bir yolculuk niteliği taşıyan film, Latin Amerika’nın doğal güzellikleriyle görsel bir şölen sunarken, Che Guevara’nın ilk gençlik yıllarını da öğrenmemize yardımcı olur.

2013 yapımı belgesel film olan Why We Ride (Neden Sürüyoruz), motosiklet severlerin tutkusunu anlamayanlar için, bu tutkunun neler ifade ettiğini detaylıca ele alma özelliği taşır. Amerika’nın motosiklet tarihçesinden başlayarak, gerçek sürücülerin ve profesyonel yarışçıların gözünden adrenaline, mücadeleye, hıza ve kazanma hırsına dair her şeyi motorseverler üzerinden anlatan film, motosiklete ve sürüş esnasında hissedilen duygulara dair her türlü deneyimi büyük bir coşkuyla anlatırken, motosiklete dair en önemli detaylara değinmeyi de ihmal etmez. İki teker üzerinde ilerlerken rüzgârın, yolun ve motosikletin bir parçası hâline gelme durumunu şu sözlerle anlatır film: ”Hepimizin uçmak ile ilgili hayalleri var, diğer yandan motosiklet kullanırken zaten uçuyorsunuz. Gazı her açtığınızda, boşlukta uçuyorsunuz. Motosiklet kullanmanın özünde hürriyet vardır. Bu tamamen havayla ilgili. Yüzüne vuran güneş, motorun çıkardığı ses ve titreşim, çevrenizde olup biten her şeyin apaçık bir görüntüsü; yoğun bir his bombardımanı gibi…”