SİNEMADA NİHİLİST ANLATILAR

Yedinci Kıta (Der Siebente Kontinent)

Sinema, insanın varoluş amacını ve hayatın anlamını sorgulayarak bir cevap bulma çabasını izleyiciye sayısız örnekle sunmuştur. Başta yaşamın kendisi olmak üzere, hiçbir şeyin anlamının olmadığını, insanın hiçlikten gelip hiçliğe geri döneceğini savunan nihilist yaklaşımın izlerini de pek çok film ve karakter üzerinde görmek mümkündür.

İngiliz yönetmen Mike Leigh’in “Çıplak” (Naked, 1993) filminde David Thewlis’in canlandırdığı başkarakter Johnny, nihilizmin ete kemiğe bürünmüş hâli olarak çıkar izleyicinin karşısına. Amaçsız ve plansız bir hâlde oradan oraya savrularak günlerini tüketen Johnny’nin hayatında içi kitaplarla dolu çantası, eski paltosu, sönmeyen sigarası ve susmayan zihninden başka hiçbir şeyi yoktur. Sahip olmaya, ait olmaya ve bir yere kök salmaya hiç niyeti olmayan karakterin zihninde çoğalan düşünceler çenesinden döküldükçe altı çizilesi tiratlara dönüşür film boyunca. İnsanlara, kurulu düzene, bağlanmaya yabancı olup aşktan ve sevgiden midesi bulanan karakterin savunduğu tek şey sonsuz hiçliktir. İnsanlığın ve dünyanın geleceğine dair en ufak bir umudu olmayan Johnny’nin hayata bakışını, “Nasıl ki dinozorların nesli tükendiyse aynısı bizim de başımıza gelecek. Hiçbir önemimiz yok. Sadece bir fikirden ibaretiz.” sözüyle dile getirir film.

Charlie Kaufman’ın “New York Yanılsamaları” (Synecdoche, New York, 2008) filminde monotonluğun insan ruhunda yarattığı tahribata şahit oluruz. İnsanın varoluş sıkıntısını, hastalık psikolojisini, ölüm takıntısını, aşkı arzulayışını, hayatın anlamını bulma telaşını, yalnızlığın verdiği huzuru ve yıkımı teatral öğelerle izleriz. “Amélie”filminde geçen, “Hayat asla sahnelenemeyecek bir oyunun sonsuz tekrarından ibarettir.” sözü filme kılıf olurken, hayat denilen tiyatro sahnesinde herkesin kendi filminin başrol oyuncusu olduğu gerçeğinden öteye geçen film, metafor aramaktan hoşlanan izleyiciler adına otobiyografik bir anlatıya da dönüşür. Herkesin birbirinin kopyası olduğu, yaşam karşısında her bireyin aynı ölçüde çaresizlik içerisinde olduğu filmin temel noktası olurken, herkesin kendini farklı, üstün ve ölümsüz görmesi yanılgısıyla, insanın ne kadar acınası ve önemsiz olduğu gerçeğinin altı çizilir.

Georges Perec’in aynı isimli romanından sinemaya uyarlanan “Uyuyan Adam” (Un Homme Qui Dort, 1974) filminde topluma karşı yabancılaşma, insanın kendi duygularından kopuşu ve hayata karşı bıkkınlık hâline isimsiz bir öğrencinin zihniyle şahit oluruz. İç monolog şeklinde yazılan roman yine aynı teknikle sinemaya aktarılmıştır. Bir yandan gündelik yaşamın bunaltıcı hâliyle, diğer yandan da reddettiği toplumun bir parçası olmamak için çabalayan başkarakterin çareyi yalnızlığına sığınmakta bulması onu her geçen gün daha da hissizleştirir. Bir odaya kapanıp duygularını ve düşüncelerini sorgulayarak kendini insan olmaktan uzaklaştıran karakterin, kayıtsızlık eylemiyle, sıradan bir nesne formuna dönüşme arzusu, “Sen bulanık bir gölgeden, sert bir kayıtsızlık çekirdeğinden, bakışlardan kaçan nötr bir bakıştan başka bir şey değilsin.” sözleriyle ifade edilir.

Filmlerini genelde Nietzsche felsefesi üzerine kuran Macar yönetmen Bela Tarr’ın ele aldığı konular; bitmek bilmeyen rutin, sonu gelmeyen ıssızlık ve dibi görünmeyen boşluktan ibarettir. Bekleyiş, anlamsızlık, ölüm, zamanın ve olayların tekrarı gibi kavramlar yönetmenin sinema dilini oluşturur. Yarattığı kasvetli ve karanlık atmosferle izleyenin boğazına geçirdiği ve sonsuza dek sürecekmiş gibi hissettiren aynılık hissinin hizmet ettiği nihilizme “Karanlık Armoniler” (Werckmeister Harmonies, 2000) filminde şu replikle rastlarız: ”Sabitliğin, sükûnetin ve huzurun, sonsuz boşluğun hüküm sürdüğü sınırsızlığa; sonsuz sesli sessizlik her yerde… Aşılmaz bir karanlık.”

Sinema diliyle insanı huzursuz etme konusunda akla ilk gelen yönetmenlerden biridir Michael Haneke. Modern hayatın aile kavramı üzerindeki etkisinin ne derece yıkıcı olduğunu “Yedinci Kıta” (Der Siebente Kontinent, 1989) filminde görmek mümkündür. Her şeye, her imkâna sahip olmalarına rağmen birbirleriyle iletişimini yitirmiş, sevgi kavramını unutmuş bir ailenin günden güne çürüyüşünü adım adım izleyiciye sunar yönetmen. Tekdüzeliğin hüküm sürdüğü atmosferde karakterlerin ruhen uyanışı ve saplandıkları monotonluk batağından kurtulma çabası hiç de sıradan olmayan bir yöntemle izleyiciye aktarılır. “Her şeyden vazgeçen her şeye sahip olur.” sözünün arkasında duran Haneke, bu filminde konformizmi ve materyalizmi, yerle bir ederek insanın yitirdiği duygularının yanına, yani nihilizm çukuruna gömer.

Cevap Ver

Yorumunuzu giriniz
Adınızı giriniz