Başarılı yönetmen Emin Alper’in son filmi “Kurak Günler” dünya prömiyerini Cannes’ın “Belirli Bir Bakış” bölümünde yapmasının ardından katıldığı festivallerde övgü ve ödüllerle karşılanarak ülkemize geri döndü. Yerli seyircinin merakla beklediği bu film, Kültür ve Turizm Bakanlığının film için verdiği finansal desteği geri istemesiyle Türkiye gündeminin çok konuşulanları arasına girmesinin ardından, vizyonda gördüğü ilgi ve başarısıyla gündemdeki yerini korumaya devam ediyor.
Filmlerinde gerçekçi üslubunun yanı sıra simgeler ve metaforlar ile sinema dilini güçlendiren Alper, Kurak Günler’in açılış sahnesinde de izleyicinin karşısına bir obruk metaforu çıkarıyor. Kasabaya yeni atanmış genç savcı Emre (Selahattin Paşalı) bu korkutucu obruğu hâkime Zeynep (Selin Yeninci) ile incelerken belediye başkanının ısrarlı davetlerinden konuyu açıyor. Hâkime Zeynep ise “Burası küçük bir yer Emre Bey, böyle şeyler doğal karşılanır…” cümlesiyle daveti kabul etmesi gerektiğini ima ediyor.
Ardından, Emre’nin kasabaya girdiği sırada domuz avından dönen erkeklerin kural tanımadan havaya açtıkları ateş ve bir arabanın arkasından sürükledikleri ölü domuzun sokaklarda bıraktığı kan izleri, tüm kasabanın eşlik ettiği bir kutlama hâlini alıyor. Bu sahne, izleyiciyi filmin tamamına yayılmış gerilime hazır hâle getiriyor ve ilk dakikadan hikâyenin taraflarını açık ediyor.

Yanıklar kasabasında uzun süredir yaşanan kuraklığın etkisini arttırmış olması ve her sabah su kesintilerinin yaşanması, kasabada oluşan devasa obruklarla bağlantılı gibi görünse de uzun zamandır kimse bu soruya yanıt verememiş gibi görünüyor. İdealist bir görevli olarak karşımıza çıkan Emre, hemen ertesi gün kuralsızca havaya sıkılan silahlar hakkında işlem başlatıyor ve obruklarla ilgili de araştırma yapıyor. Bu sırada kasabanın muhalif gazetecisi Murat (Ekin Koç) ile tanışarak ondan da kasabanın güvenli olmadığına dair imalı cümleler duyuyor.
Çok geçmeden Emre’nin belediye başkanının davetini kabul etmesiyle hikâyenin dönüm noktası denilebilecek o gece yaşanıyor. Belediye başkanı (Nizam Namidar), başkanın oğlu Şahin (Erol Babaoğlu) ve Şahin’in arkadaşı Kemal (Erdem Şenocak) bir çilingir sofrasında buluşuyorlar. Gece uzadıkça konuşulan konuların derinleşmesi ve alkolün de etkisiyle Emre’nin kontrolün kaybetmesi yine de masadan kalkması için yeterli olmuyor. Emre, hakkında işlem başlatmış olduğu Şahin ve Kemal ile aynı masada alkol almaya devam ederken geceye iki müzisyen ekleniyor, kadehler hiç boş kalmıyor. Gittikçe ağırlaşan gecenin ilerleyen dakikalarında masaya bir kadın geliyor ve Şahin ile dans etmeye başlıyorlar.

Türkiye’nin hemen her bölgesinde karşımıza çıkabilecek bu çilingir sofrası kültürü, özünde güç, iktidar, baskı gibi unsurları barındırırken, bir yandan da gizli ve kirli bir anlaşma barındırmaktadır. Güç dengelerinin yeniden kurulduğu bu masaya bir kere dâhil olmak günümüzde bireyin kişisel tarihine işlemiş kalıcı bir leke olarak da okunabilir. Öyle ki sabah uyandığında Emre’nin geceye dair hiçbir şey hatırlamıyor olması, masadan payına düşenin yalnızlık ve güçsüzlük olduğunun da altını çiziyor. Emre, gecenin etkisinden kurtulamamışken kasabada yaşayan ve “yarım akıllı” olarak bilinen Pekmez’in (Eylül Ersöz) tecavüze uğradığını öğreniyor ve olaylar içinden çıkılmaz bir yere sürükleniyor. Pekmez’in, gecenin bir kısmında Emre ve diğerleriyle aynı bahçede olması Emre’yi de şüpheli hâle getiriyor. Gecenin küçük bir kısmına tanıklık eden Murat, olanları hatırlaması konusunda Emre’ye yardımcı olmaya çalışıyor ve geceyi kendi evinde geçirdiklerini söylüyor. Sabah uyandığında boynundaki morlukları fark eden Emre, Murat ile aralarında neler geçtiğini anlamlandırmaya çalışıyor fakat burada da bir çıkmaza giriyor.
Kasabaya devleti temsilen atanmış ve işleri eline alması gereken Emre hikâyenin sonuna kadar yaşadığı bu sarsıcı gecenin etkisinden kurtulamıyor. Tüm bu yaşananlar kasabanın post-truth ortamını besliyor ve yeni sorunların, yeni çarpıtılmış gerçekleri doğuyor. Türkiye’de ve hatta dünyada olduğu gibi, politik yapının, gerçeklerin üstünü kapatabilme gücünü, Yanıklar kasabasında da görüyoruz. Film boyunca tüm süreci Emre’nin hatırladıkları kadar bilen izleyici, Emre’nin kötülerin arasında olmaması gerektiğine dair baskın bir inançla hikâyeye tanıklık ediyor. Fakat ne yazık ki Emre’nin zihni filmin kalanında da alkolün etkisinden kurtulamamış gibi bulanık, silik ve hatırlayamadığı bir gerçeği yeniden inşa etmek için çabalamaktan öteye geçemiyor.

Kuraklığın ve obrukların asıl sebebinin belediye başkanının usulsüz çalışmalarından kaynaklanması, Pekmez’e karşı işlemiş bu suçun ilk kez olmaması; hap, uyuşturucu ve şiddetin her türlüsünün kasaba sokaklarında kol gezmesi… Emre’nin geç de olsa fark ettiği bu çarpıtılmış düzene ilişkin otoritesi, ne yazık ki davet edildiği çilingir sofrasında avcılar tarafından elinden alınmış oluyor.
Hikâyenin sonuna gelindiğinde Emre ve Murat kasaba halkının çığ gibi büyüyen öfkesinden kaçabilmiş olsalar da Alper’in yarattığı bu iyiler-kötüler savaşında kötünün kim olduğu gayet açıkken, iyinin kim olduğunun her zaman tartışma konusu olacağının da işaretleri veriliyor. Başladığı obruğun başında sona eren hikâye, bir umut aşılamaktan uzakta başladığı duruma da geri dönmüş oluyor; obruklar ve kuraklık sorunu aydınlatılamıyor, belediye başkanı koltuğunu biraz daha sağlamlaştırıyor ve kasaba sokaklarında kol gezen suçların yarın yeniden yaşanacağı ise çok açık bir şekilde gösteriliyor. Alper’in bir büyüteç tutarak yaklaştığı bu küçük toprak parçası Türkiye panoraması olabilecek kadar sarsıcı. Emre’nin idealist bir savcı olarak geldiği bu kasabada kamusal kimliğini hiç fark etmeden yavaş yavaş kaybetmesi, gerçeğin, herkesin göreceği kadar açık hâldeyken sürekli muğlaklaşıyor olması, post-truth düzenin bir kere varlığını gösterdikten sonra ortadan kalkması için sistemin kökten değişmesi gerektiğine dair güçlü bir mesaj veriyor. Gerçeğin kirlenmesi, bulaşıcı bir hastalık gibi, belediye başkanından kasaba halkına, Emre’nin fikirlerinden izleyicinin düşüncelerine kadar uzanarak kaotik bir evreni doğurmayı başarıyor.