Hayatta kalma içgüdüsü, insanın doğasında olan en temel dürtülerden biridir. Her yeni gün sürprizlerle dolu olabilir ve bir anda hayatımız zorlu bir mücadeleye dönüşebilir. İnsanın hayata tutunabilmek için, ölüme karşı nasıl mücadele verdiğini anlatan bazı filmler, izleyenleri sarsarak yaşamın değerini ve amacını hatırlatmaya çalışır.
Amerikalı uzun mesafe koşucusu Louis Zamperini’nin hayatının gençlik yılları zorlu bir mücadele ile geçer. 1940 Tokyo Olimpiyatları’ndan hemen önce 2. Dünya Savaşı patlak verir ve Zamperini soluğu savaşta alır. Gönüllü olarak gittiği savaşta işler hiç de yolunda gitmez. Cephe arkadaşlarıyla birlikte olduğu savaş uçağı Pasifik Okyanusu’na düşer. Okyanusta haftalarca hayatta kalmaya çalışırken kurtarılmayı beklerler. Kurtulurlar fakat onları kurtaran düşman askerleridir. Bu noktadan sonra Japon askerleri sonu gelmeyen bir işkenceye başlarlar. Ne olursa olsun, hayatta kalmayı düşünen Zamparini’nin çelik gibi sağlam iradesi onu hayatta tutmaya yetecek güçte midir? Laura Hillenbrand’ın romanından, 2014 yılında Angelina Jolie tarafından “Boyuneğmez / Unbroken” ismiyle sinemaya uyarlanan film, insanın sonsuz azmini ele alırken, savaşın acımasızlığını da gözler önüne sermeyi başarır.
İnsanın hayatta kalmak için kendine ne kadar acı verebileceğini anlatan en etkili filmdir belki de “127 Saat” Maceracı Aron Ralston’un Utah yakınlarında bir kanyonda yaşadığı deneyim tüm hayatını değiştirecektir. Beklenmeyen bir kazayla milyonda bir gerçekleşebilecek ihtimal sonucu Aron’un kolu büyük bir kaya parçasının arasında kalır. Sıkışan kayanın yerinden oynamasının imkânsız olduğunu anlayan Aron’un kurtuluşu için tek bir ihtimal vardır: Büyük bir acı… Sıkışmış bir kol, hareketsizlik, çaresizlik, azalan zaman ve açılmayı bekleyen bir çakı ölümü alt etmeye yetecek midir? 2010 yılında sinemaya uyarlanan, James Franco’nun başrolde olduğu film, yaşamak için insanın nelerden vazgeçebileceğini fazlasıyla acı verici bir dersle anlatır.
Tom Hanks’in başrol olduğu, “Yeni Hayat / Cast Away” filmi modern bir Robinson Crusoe hikâyesidir. Çalıştığı bir kargo firmasının sevkiyat uçağı arıza sonucu okyanusa düşer ve başkarakter Chuck gözünü ıssız bir adada açar. İşkolik olması sebebiyle ailesini ve gündelik hayatın güzelliklerini göremeyen Chuck yeni hayatında her şeyi gözden geçirmek zorunda kalır. Hayata tutunmaya çalıştığı her geçen gün sahip olduğu değerleri daha iyi anlamaya çalışırken, modern yaşamın sunduğu imkânlardan uzak bir şekilde, yalnızlığın verdiği ağır bunalımın da üstesinden gelmeye çalışır.
Çekildiği atmosfer sebebiyle ölümün en çok hissedildiği film olan “Toprak Altında / Buried”, ilk sahnesinde izleyenleri toprak altındaki bir tabutta karşılar. Amerikalı tır şoförü Paul Conroy, Irak’a sevkiyat yaparken Iraklı direnişçiler tarafından yolu kesilir ve esir alınır. Uyandığında kendisini tabutun içinde bulan Conroy’a eşlik eden ve her geçen dakika azalan üç şey vardır: çakmak, cep telefonu bataryası ve tabutu dolduran oksijen. Hayatta kalmak için zamanla acımasız bir savaşın anlatıldığı film, sinema tarihinin en dar alanda çekilen filmi özelliğine sahip olurken, kapalı alan fobisi olanlar için büyük bir işkence gibidir.
Yann Martel’in romanından sinemaya uyarlanan “Pi’nin Yaşamı / Life of Pi” insanın hayata tutunma çabasını en epik dille anlatan eserdir kuşkusuz. Sirk hayvanlarını taşıyan geminin batması sonucu başlayan hikâye küçük bir kayıkta devam eder. Bacağı kırık bir zebra, arsız bir sırtlan, orangutan ve Bengal kaplanı ile ölüme karşı gelmek zorunda olan Pi’nin işi hiç de kolay değildir. Hayatta kalmak için aklını ortaya koyarak hayvanlardan daha zeki olduğunu kanıtlamak zorunda kalan Pi’nin hikâyesi masalsı bir şekilde sonlanır.
İnsanın hayatta kalma savaşının sadece dünya üzerinde olmadığını anlatan bir film olan “Marslı / Martian”, Mars’taki görevi sırasında çıkan büyük bir sorun nedeniyle araca yetişemeyip Mars’ta mahsur kalan bir astronotun hikâyesi ile izleyenlere çok başka deneyimler sunuyor. Farklı bir gezegende olmanın getirdiği farklı çözüm yolları bir astronotun gözünden ele alınırken, her türlü fizik kurallarını hesaplayan dâhi insan ile hayatta kalma içgüdüsüyle hareket eden mağara adamı modelini aynı beyinde sunuyor. Zaman, mekân ve gezegen fark etmeksizin, insanın özünü çok uzak bir yerde ele alan filmde tüm insanlığın sorduğu sorular ilginçtir ki hiç değişmiyor: Tüm bu evren neden var? Biz neden varız?
Hayatın önemini savaş üzerinden anlatan en etkili filmlerden biri olan “Piyanist”, Yahudi piyanist Wladyslaw Szpilman’ın gerçek hikâyesini anlatıyor izleyiciye. Yeteneği sayesinde mesleğinde çok iyi bir noktaya gelebilecekken savaşın açtığı yıkım sebebiyle hayalleri alt üst olan bir sanatçının artık tek amacı, harabe olmuş bir şehirde yiyecek bir şeyler bulabilmektir. Savaşın yok ettiği yaşamlar üzerinden, kimlik gözetmeksizin bireyin en temel hakkı olan yaşama hakkı adına, tüm gücüyle varlığını sürdürmeye çalışan karakter baştan sona kadar izleyenlere empati yaptırmayı ihmal etmiyor.
Yaratılış gereği insanın ilk hedefi hayatta kalmaktır ve bazen bunun için savaşmak gerekir. “Sadece bir hayatın var. Onun için savaşmaktan vazgeçme.” diyen Charles Bukowski bu konuyu özetliyor gibi.